HZ. ÖMER (ra)
NOT: İlk bakışta size okumak için uzun bir yazı gelebilir. Fakat Hz. Ömer (r.a) hakkında harika bir özet yazı. Bilmediğiniz çok güzel şeyler öğreneceksiniz. Okuduğunuza pişman olmayacağınız bir yazı. Kesinlikle tavsiye ederim. (Mehmet Özcan)
1. Doğumu, Nesebi
Hz. Ömer, İbni İshak tarikiyle gelen rivayetlere göre, Ficar Savaşı'ndan 4 yıl önce Mekke'de dünyaya gelmiştir. Bu tarih Hz. Peygamber'e peygamberlik vazifesinin verilmesinden 30 yıl öncesine tesadüf eder. Kendisine isnad edilen bir diğer rivayete göre Hz. Ömer, meşhur Fil Vak'ası'ndan 13 yıl önce doğmuştur.
Asıl adı Ömer b. Hattab b. Nüfeyl b.
Abdüluzza b. Reyâh b. Abdillah b. Kurt b. Rizah b. Ady b. Ka'b b. Lüeyy b.
Gâlibi'lKureşî, künyesi ise Ebu Hafs'tır. Kureyş kabilesinin Mahzum oymağına
mensub olan Hz. Ömer'in annesinin adı Hanteme binti Haşim'dir.
2. Şemaili
Hz. Ömer, uzun boylu, iri cüsseli, beyaz tenli, alnı geniş bıyıkları uzun ve saçları dökük birisiydi. Çocukluğunda deve çobanlığı yapan Hz. Ömer, gençliğinde neseb ilmi, silah kullanma gibi Araplarca şerefli işler arasında kabul edilen şeylerle meşgul oluyordu. Hz. Ömer aynı zamanda çok iyi bir hatipti.
3. Ailesi
Hz. Ömer 8 erkek 4 kız çocuk babasıdır.
Oğulları arasında Abdullah, Abdurrahman, Asım, İslâm tarihine çeşitli özelliklen ile mâl olmuş meşhur kişilerdir. Abdullah, hadis ve fıkhı, Asım ilim, fazilet, zühd ve takvası ile meşhurdur. Kızları arasındaki Hz. Hafsa ise Hz. Peygamber ile evlenme şerefine nail olarak, bütün mü'minlerin annesi
unvanını kazanmıştır.
4. Lâkabı
Hz. Peygamber (sas)'in "Allahım Ömer b. Hattab veya Ebu Cehil şu iki kişiden senin nazarında sevimli olanı ile İslâm'ı güçlendir." (Tirmizî, Menakıb, 18) duasının mazharı olan Hz. Ömer'in lâkabı "Faruk"tur. Faruk, hak ile bâtılın arasını ayıran demektir. Hayatını bu çizgi üzerinde hiç sapmadan sürdüren Hz. Ömer'e bu lâkab, bizatihi insanlığın iftihar Tablosu Hz. Muhammed (sas) tarafından verilmiştir.
Hikayesi ise şöyle: Müslüman oluşunu "herşeye rağmen" deyip ilk açığa vuran kişiler arasında yer alan Hz. Ömer, Müslümanlığını müteakip Hz. Peygamber'e şu suali sorar: "Ya Rasûlallah. Biz ölsek de yaşasak da hak üzere değil miyiz?" Allah Rasûlü (sas) bu suale "Evet, siz ölseniz de yaşasanız da hak üzeresiniz" cevabını verir. Fıtratında hak ve hakikati bir tohum halinde saklayıp da, bunu İslâm ile açığa çıkaran bu dev kamet, birden ayağa kalkar ve Efendimiz'e "Allah seni hak üzere gönderdi, öyleyse neden gizlenelim? Artık açığa çıkalım." der. O güne kadar Dâru'lErkâm'da gizlenen Müslümanlar, Allah Rasûlü ortada, sağında ve solunda Hz. Ömer ve Hz. Hamza olduğu halde, Mekke içine çıkıp, Ka'be'ye kadar giderler. İşte bugün Hz. Muhammed (sas), Hz. Ömer'e "Faruk" unvanını verir.
5. Müslüman Oluşu
"Cevahir kadrini, cevherfürûşân olmayan bilmez." fehvasını tasdik ettirircesine, Abdullah b. Mes'ud'a "Ömer Müslüman olduğundan beri hep izzetli olmuşuzdur." Sözünü söyleten Hz. Ömer'in İslâm'a girişi hakkında kaynak eserlerimizde şu rivayetlere rastlıyoruz. Hz. Ömer, kendisi anlatıyor: "Rasûlullah'a kendimi arzetmek için çıktım. Fakat onun benden önce mescide girdiğini ve Hâkka suresini okumaya başladığını görünce, arkasına oturdum. O Kur'ân'ı okudukça ben şaşırıyordum. Bir ara (içimden) "Bu Kureyş'in dediği gibi bir şâirdir." dedim. Bunun üzerine "O elbette şerefli bir peygamberin (Allah'tan aldığı) sözüdür. O bir şairin sözü değildir. Ne de az düşünüyorsunuz." (Hâkka, 69/4041) ayetini okudu. Ardından "Öyleyse kâhindir." dedim. Ama "Bir kahinin sözü de değildir. Ne az düşünüyorsunuz." ve devamla, "Alemlerin Rabbinden indirilmiştir. Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette onu kıskıvrak yakalardık. Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık.) Sizden hiç kimse buna engel olamazdı. O (Kur'ân) takva sahipleri için bir öğüttür." (Hâkka, 69/4248) ayetlerini okudu. "Artık bundan sonra İslâm, kalbime her yönüyle oturdu."
Bu konuda bir başka rivayet ise şöyle:
Hz. Ömer, bir gün kılıcını kuşanarak Hz. Muhammed'i öldürme niyetiyle yola çıkar. Yolda Nuaym b. Abdullah ile karşılaşır. Ona niyetini söyler. Nuaym, "Muhammed'i öldürdüğün takdirde, Benî Zühre ve Benî Haşim kabilelerinden kendini nasıl koruyacaksın?" der. Bu söz, Ömer'in niyetinde bir değişiklik meydana getirmez. Hatta "O babalarının dinini terk etti, sâbii oldu." diye karşılık verir. Bunun üzerine "Ömer, sana bundan daha garibini söyleyeyim mi? Enişten ve kız kardeşin de dinlerini değiştirdiler."
sözlerinin muhatabı olan Ömer, öfkeli bir halde yolunu değiştirerek, kız kardeşinin evine gider. O arada Habbab, evde Tâhâ suresini ta'lim etmektedir. Dışarıdan sesleri duyarak içeri giren Ömer, kız kardeşine işittiği seslerin ne olduğunu sorar. Bu sorusuna net bir cevap alamayan Ömer, "Galiba dininizi değiştirdiniz." der. Kız kardeşinden "Ömer, eğer hak senin dininde değilse, ne yaparsın?" sözlerini işitir işitmez, kız kardeşini döver. Yüzünden kanlar akar halde, kız kardeşi gerçeği haykırarak, kelimei şehadet getirir. Bu manzara karşısında insafa gelen Ömer, onlara okuduğu şeyleri getirmelerini ister. Tâhâ suresini baştan "Muhakkak ki ben Allah'ım; Benden başka tanrı yoktur. (Yalnız) bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl." Ayetine kadar okur okumaz, "Bana Muhammed'in yerini gösterin." der. Bu arada Habbab, saklandığı yerden çıkarak, Allah Rasûlü'nün "İslâm'ı Ebu Cehil veya Ömer ile aziz et." duasını anlatır. Bundan sonrasını Hz. Ömer'in ağzından dinleyelim: "Safa tepesi yanında bulunan Allah Rasûlü'nün yanına gidip karşısına oturdum. Rasûlullah gömleğimden tutup bana; "Ey Ömer, Müslüman ol. Allahım ona hidayet ver" dedi. Ben de kelimei şehadet getirerek Müslüman oldum. Bunun üzerine Müslümanlar öyle yüksek sesle tekbir getirdiler ki, Mekke'nin sokakları o sesle inledi.
Bir başka rivayette ise Allah Rasûlü,
"Bu halinden vazgeçmeyecek misin ya Ömer? Yoksa Allah'ın, Velid b. Mugire hakkında indirdiği gibi senin hakkında da rezil rüsvay edici, ibret verici ayetler indirmesini mi bekliyorsun? Allahım bu Ömer b. Hattab. Dini Ömer ile aziz kıl Allahım." der.
Hz. Ömer'in Müslüman oluşu hakkında bir diğer rivayet ise şöyledir: Hz. Ömer kendisi anlatıyor. "Kız kardeşimi sarstıktan sonra, evden Ka'be'ye doğru çıktım. Ka'be'nin örtüsü altına o karanlık gecede gizlendim. Allah Rasûlü (sas) geldi. Bir müddet namaz kıldı. O geceye gelinceye kadar hiç duymadığım şeyleri duydum. Namazdan sonra, Allah Rasûlü'nü takip ettim. Beni yolda fark etti. 'Kim o?' deyince 'Ömer' dedim. "Gece ve gündüz beni hiç terk etmeyecek misin?" deyince beddua edeceğinden endişe ettim ve hemen Müslüman oldum. Allah Rasûlü bana "Müslümanlığını gizle." dedi. Ben de "Seni hak ile gönderen Allah'a kasem olsun ki şirki ilan ettiğim gibi, Müslümanlığımı da ilan edeceğim" dedim. Ebu Nuaym'ın Hilye'sinde naklettiği bu rivayet birkaç farklı nokta ile elBidaye ve'nNihaye'de de yer alır. Buna göre, Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in Kur'ân okuyuşu karşısında ağlar ve gönlü İslâm'a açılır. Daha sonra Allah Rasûlü'nü takip eder. Hz. Peygamber, takip edildiğini fark ettiğinde, kötülük yapmak için bu işin yapıldığını zannederek Hz. Ömer'e "Bu vakitte ne işin var." diye çıkışır. Hz. Ömer de Müslüman olmadileğini ileterek, Müslüman olur.
6. Çeşitli Yönleriyle Hz. Ömer
Müslüman olmakla, İnsanlığın İftihar
Tablosu Hz. Muhammed (sas)'in terbiyesi altına girerek, İslâm'ın sadık bir talebesi, sonraki dönemleri itibariyle de bütün insanlığa üstad olan Hz. Ömer, İslâm öncesinde üzerinde yetiştiği toplumun izlerini taşıyan birisiydi. Develerle güreş yapar, herkese sataşır, alabildiğine cesur, azametli, heybetli ve sözü dinlenir bir insandı. Fakat Müslüman olmakla bunlar yerini birer birer İslâmî çizgide olması gereken hasletlere bıraktı. Artık karşımızda karıncaya bile basmayan, hassas, ince ruhlu muhasebe duygusu ile dopdolu, cihad aşkıyla
yanan, mazlumun, mağdurun yanında olan dev bir kamet vardı. İslâm'ın emir ve yasaklarını sistematize ederek, onun devlet haline gelmesinde inkâr edilmez rolü olan Hz. Ömer'i sayılamayacak kadar çok yönlerinden bazıları ile tanımaya ve tanıtmaya çalışalım.
a. Sabrı
Mekke dönemi, bütün Müslümanlar içinçilenin, ıztırabın, gözyaşının, hasretin ve daha nice olumsuzlukların yudum yudum yudumlandığı bir dönemdir. Tam 13 sene başta Allah Rasûlü (sas) olmak üzere, Müslümanlığa giren herkes, o gün toplum yapısındaki mevkiine göre bu olumsuzluklarla karşı karşıya kalmıştır. Evet, küfürle başları dönmüş, bakışları buğulanmış bu insanlar, "Rabbim Allah" diyenlere karşı ilanı harb etmişlerdi. Kaldı ki bu sadece Mekke dönemi ile de kayıtlı değildi.
Aynı ıztıraplı, çileli, işkenceli hayat değişik boyutları ile Medine dönemi için de geçerliydi. İşte Hz. Ömer, bütün bunlardan nasibini aldı. İbni Ömer'in rivayet ettiğine göre, Hz. Ömer, Müslüman olduğunu Ka'be'nin en kalabalık olduğu bir an, Mekke'nin en gür sesli adamı Cemil b. Ma'mer'e ilan ettirir. Bunun üzerine Kureyşliler, "Ömer, dininden dönmüş." deyip ona saldırırlar. Yaklaşık öğleye kadar devam eden karşılıklı vuruşma, As b. Vâil'in gelmesiyle son bulur. O, "Kureyşlilere nedir bu haliniz." der. Aldığı cevap karşısında da "Bırakın onu. Adam kendisine bir yol seçmiş. Ne istiyorsunuz ondan? Hem Adiyy oğullarının, ileri gelenlerini size böyle teslim edeceğini mi sanıyorsunuz?" diyerek Hz. Ömer'in serbest bırakılmasını sağlar.
Hz. Ömer'in sabrı denince, onun sadece yukarıda arzettiğimiz misalde olduğu gibi dinini, başkalarından görmüş olduğu onca eziyet ve işkenceye rağmen terk etmemesi şeklinde anlamak yanlıştır. Buanlayış, sabrın mânâsını alabildiğine daraltmaktadır. O, İslâm öncesi müreffehhayatında istediği her şeyi alıp yiyebilirken, daha sonraları günlerce aç kaldığı olmuştur. Yetiştiği devir ve çevrenin her türlü (İslâm'a göre) menfî izlerini taşıyan ve hayatına tatbik eden Hz. Ömer, bunları bir çırpıda terk etmiştir. Bütün bunlar onun sabrının değişik boyutlardaki tezahürlerinden ibarettir.
b. Zühdü
Hz. Muhammed (sas)'in, "Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer olurdu." (Tirmizî, Menakıb, 18) beyanı ışığında, birçok yönleriyle peygamberâne bir fıtrat taşıdığını öğrendiğimiz Hz. Ömer, zühd konusunda zirvelerde bir hayat yaşıyordu. Halifeliği sırasında 12 yamalı bir cübbe giymesi.. Kâdisiye Savaşı'nda elde edilen ganimetler karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayıp "Bugün sevinç ve keyif günüdür, gülmen gerekirken ağlıyorsun." diyenlere "Evet, doğrudur; ama Allah kimlere bolluk vermiş ise, mutlaka aralarına düşmanlık ve dargınlık koymuştur." diyerek bir taraftan dünya malına meyli muhabbeti olmadığına, diğer taraftan toplumları helake götüren, Allah'ın umumî bir kanununa işaret etmesi; bir gün arkadaşları ile mezbelelikten geçerken duyulan kokular karşısında "İşte hırs ile koşuştuğunuz dünyanız budur." Diyerek onları irşadı; çeşit çeşit elbiseler giyme imkânı olduğu halde, bir tek elbise ile idare etmesi ve onu giyilemeyecek seviyeye gelinceye kadar giymesi, onun zühdü hakkında bize bir fikir vermeye yetecek misallerdir.
İkrime b. Halid anlatıyor: Bir gün Hz. Hafsa, İbni Ömer ve İbni Mutî, Hz. Ömer'e "Eğer lezzetli ve kuvvetli yemekler yersen daha iyi vazife görebilirsin." derler. Bu teklif karşısında Hz. Ömer "Biliyorum ki, hepiniz benim hakkımda sâdık ve hayırhah kimselersiniz. Fakat ben iki arkadaşımı belli bir yolu takip eder gördüm. Eğer onların yolundan ayrılırsam, vardıkları konağa yetişemem."
diye cevap verir.
... Ve şu sözler de ona ait:
"Tamahkârlık fakirliktir. Başkalarından bir şey beklememek ise zenginliktir." "Kış mevsimi âbidlerin ganimetidir."
"Allah'a yemin olsun ki biz hayatın lezzetlerine önem vermeyiz. Eğer bir oğlağın kesilip, pişirilmesini, en güzel ekmeklerin yapılmasını, kuru üzümlerin suya konulup keklik gözü gibi olunca bana getirilmesini emretseydim, bu oğlaktan yer, bu hoşaftan içerdim. Fakat biz bu zevklerimizi ahiret hayatımıza bırakmak istiyoruz. Çünkü Allah 'Siz bütün güzel şeylerinizi dünya hayatında harcadınız, onların zevkini sürdünüz.' (Ahkâf, 46/20) buyurur."
c. Muhasebe ve Murakabesi
Nefis ve vicdan mekanizmalarını oluşturan her şeyi bütün bütün sorgulamak anlamına gelen muhasebe ve murakabe, ancak İslâm'ın insanlığa kazandırdığı bir husustur. İslâm'ın güzelliklerine uyanamamış Batı dünyası ve onun kriterlerine göre hayat sürdürenler, 'otokontrol' deyip bunu hayata geçirmek, böylece birçok menfî düşünce ve fiillerin önünü almak isteseler de bunda başarılı olmaları düşünülemez. Nasıl olsun ki; ukbayı dünya gibi mütâlâa etmeyen, burada yaptığı küçükbüyük her şeyin hesabını vereceğine inanmayan, cennet, cehennem gibi mefhumlara alabildiğine kapalı insanlar... Evet bunların otokontrolleri sadece biraldatmacadan ibarettir.
İşte sadece bizim dünyamızda görülen, gerçek mânâ ve muhtevasını İslâm ile bulan muhasebe ve murakabe, Hz. Ömer gibi daha dünyada iken cennetle müjdelenmiş devâsâ bir kamette doruk noktadadır.
Hz. Ömer'in muhasebesine ait örnekleri aşağıda okurken, onun hiç kimseye hesap vermeye mecbur olmadığı koskoca bir İslâm devletinin halifesi olduğunu unutmamakta yarar var. Buna rağmen bu idrak, bu şuur, bu iz'an karşısında hayret etmemek mümkün değil.
"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi tartın." "Allah'a yemin olsun ki, yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O'nun azabı gelmezden önce hepsini verip kendimi o azabtan kurtarmaya çalışırdım."İnsanların en iyisi bana ayıplarımı gösterendir." "Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse, (veya "bir koyun suya düşüp boğulsa") Allah'ın onu bana
soracağından korkarım." Yerden bir saman çöpü alarak "Keşke şu saman çöpü olsaydım.. keşke hiç yaratılmasaydım.. keşke annem beni hiç doğurmasaydı.. keşke hiçbir şey olmasaydım, keşke unutulup gitseydim.. keşke bir koç olsaydım.
Sahiplerim kendilerine göre beni besleyip, sevdikleri için kesseydiler. Etimin bir kısmını kebap, bir kısmını kavurma yapıp yeseler, sonra dışkı olarak dışarı atsaydılar.. ama beşer olmasaydım." "Eğer gökten birisi seslenerek 'Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cehenneme gireceksiniz.' deseydi, o kişi ben olabilirim diye korkar, 'Ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cennete gireceksiniz.' deseydi, o kişi ben olabilirim ümidini taşırdım." "Benim valilerimden biri, birisine zulmetse, o zulüm bana ulaşsa, ben de onun o halini değiştirmezsem, o zaman ben zulmetmişim demektir." İbni Ömer anlatıyor "Vefatından az önceydi. Şöyle söyleniyordu: 'Eğer Rabbim bana merhamet etmeyecek olursa, vay benim halime, vay anamın haline'".
Bunlar, bugünün insanının, kadınıyla erkeğiyle, idarecisiyle idare edileniyle, ibadet ü taatında derinleşeniyle, derinleşemeyeniyle... Hasılı herkesin ama herkesin düşünce ufuklarını açacak, hayat çizgisine yön verecek daha nice sözler!
d. Allah ile İrtibatı
"Allah ile irtibat" ilk bakışta çok müphem bir kavram. Bundan ne kastedildiği ancak beyanla anlaşılabilecek cinsten. Zira O'nun Kayyumiyetinin an be an mütecelli olan tecellileri ile hayatını sürdürebilen kâinat ve onun içindeki tüm varlıkların Allah'tan kopuk olduğu söylenemez ki! O'ndan kopukluk, ferdî planda ölümün, umumî planda kıyametin kopması demektir. Bu bağlamda Hz. Ömer gibi bir dâhinin İslâm'a uyandıktan sonra Allah'tan kopuk olduğu düşünülemez bile. Öyleyse Hz. Ömer'inAllah ile irtibatı derken, bu irtibat vesilelerinin en kuvvetlisi olan namazı, daha doğrusu onun namazını kasdettiğimizi ifade edelim. Evet, namaz Ma'bud kul münasebetinin en kestirme yolu, irtibat vesilelerinden en çok başvurulanı ve eğer şartlarına riayetle maddemânâ bütünlüğü içinde eda edilirse insanı Allah'a ulaştıran bir unsurdur.
Geceleri kalkıp geç vakitlere kadar namaz kılan, yana yakıla dua eden Hz. Ömer, aile efradını da gece ibadeti için, "Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir." (Tâhâ,
20/132) âyetini okuyarak uyandırırdı. Ağlamaktan dolayı yüzünde iki siyah çizgioluşan, gönül ve kalp dünyamızın mimarı, mânâ âleminin sultanı Hz. Ömer, cemaatiçinde kendini tutamayıp ağladığında sesi arka saflardan işitilecek kadar kendinden geçerdi. Çoğu zaman âyetlerin gerisini ağlamasından dolayı getiremez,bazen düşer, bayılır (daha sonra insanlar onu hasta zannederek evine ziyaretegiderler) bazen de rükûa giderdi. Bir keresinde, Yusuf sûresinde "Ben gam ve kederimi sadece Allah'a arzediyorum." (Yusuf, 12/86) âyetine gelip takılmış ve âyeti tamamlayamadan rükûa gitmişti.
Hz. Ömer, Rabbi ile irtibat adına namaza
durduğunda, bu dünya ile olan bütün bağlarını koparır, kendini mânâ âleminin o
huzur iklimine salar ve adetâ kendinden geçerdi. Nitekim Ebu Lü'lü tarafından
namazda hançerlendiğinde, kendi ifadesine göre, üçüncü hançeri yiyinceye kadar,kendisine kasdeden o katili köpek zannetmiş. Aman Allahım bu ne irtibat! Kendini ubudiyete bu ne salış!
Maddî âlemin maddî boyutları içinde dolaşıp duran, aklı, kafası, ruhu gözüne inmiş maddeperest insanların anlayamayacağı, bu sebeble belki inkâr cihetine bile gidecekleri bir hadise ile bu bahsi kapatalım. Misver b. Mahreme anlatıyor: "Ömer vurulduğu zaman bayılmıştı. Ayıltma çabaları ise sonuç vermiyordu. O arada bazıları 'Eğer daha ölmemişse, onu namazdan başka bir şeyle ayıltamazsınız' dediler. Bunun üzerine bazıları 'Ey müminlerin emiri. Namaz vaktidir' diye seslendi. Ömer "Ya Allah! Namaz kılmayanın İslâmiyet'ten nasibi yoktur, diyerek ayağa kalktı."
e. Duası
Hz. Peygamber (sas)'in "Ümmetler içinde ilhama mazhar (olarak konuşan) kişiler vardır. Eğer benim ümmetimden (bu konumda) birisi varsa, o da Ömer b. Hattab'dır." (Tirmizî, Menakıb, 18) veya "Sizden önceki Benî İsrail içinde peygamber olmadığı halde (hak ve hakikati konuşan) insanlar vardı. Eğer benim ümmetimde de onlardan varsa, bunların bir tanesi Ömer'dir." (Buharî, Fedailu'lAshab, 6) diye bizlere tarif ve tavsif ettiği Hz. Ömer, Rabb'ine yapmış olduğu duaları ile de bize ufuklar çizmiş, hedefler göstermiş dev bir kamettir. Evet dua, kulun Rabbi ile konuşmasıdır. Her türlü ihtiyacını kadiri külli şey olan Allah'a arz etmesidir.
Dolayısıyla bir insanın duaları, duaya esas teşkil eden mevzular ve dua yapılırken takınılan tavır, alınan şekil, bize o insanı değerlendirme adına ciddi ipuçları vermektedir. İşte bu bağlamda Hz. Ömer'in dualarından "Arife işaret kafidir." fehvasınca birkaç örnek: "Allahım;
gizlediğim şeylerimi; açığa vurduklarımdan daha hayırlı eyle. Açığa vurduklarımı da güzel eyle." Halife seçildiği ilk gün "Allahım; ben
katı bir insanım, beni yumuşat; cimriyim, cömert yap; zayıf biriyim bana kuvvet ihsan eyle." Vurulduğu gün "Allahım, benim ölümümü Sana secde eden mü'min bir kulunun eliyle yapma.".. "Allahım Senin yolunda ve Nebinin memleketinde ölmek istiyorum.".. "Allahım yaşım ilerledi, kuvvetim bütün bütün azaldı, yardımcılarım da dağıldı. İfrat ve tefritlere girmeden (diğer rivayetle) Sana karşı kusur işlemeden, kulluk vazifemi ihmal etmeden ruhumu kabzet.".. "Allahım, gaflet içinde olduğum halde beni öldürmenden, beni gaflet içinde bırakmaktan ve gafillerden kılmandan Sana sığınırım.".. "Allahım emrin üzerinde bizi sabit kadem kıl ve bizi muhafaza buyur."
f. Hicreti
Hz. Adem'den bu yana devam ede gelen iman ve küfür mücadelesinde cihad, iman cephesini oluşturan mü'minlerin bu uğurda gösterdikleri her türlü çaba ve gayretin umumî adıdır. Mekân, zaman ve şartların değişmesiyle şekil değiştirebilen cihad, insanlık tarihinin hiçbir döneminde durmamış ve durmayacaktır. Bu çerçevede Hz. Ömer, fiilleri ve sözleriyle bize ışık tutmuş, rehber olmuş bir şahsiyettir. Mesela; o cihadı hac vazifesinden daha üstün tutmuş, "Allah yolunda cihada çıkmam, secde ederken alnımı yere koymam ve güzel hurmaların yerden toplandığı gibi güzel sözleri toplayanların yanında oturmam olmasaydı, vefat edip Hz. Peygamber'e kavuşmayı dilerdim." demiştir. Yine o, Şam'da cihadı terk edip, tarım işleri ile meşgul olan arkadaşına "Gidip mü'min olmayanların boynundaki zilleti boynuna koydun." diye haber göndermiş, şehadet arzusuyla hayatı boyunca yanıp tutuşmuş, bu uğurda Uhud'a çıkarken zırh giymemiş ve "Allahım, Senin yolunda öldürülüp şehid olmayı ve Peygamberinin memleketinde ölmeyi nasib eyle" diye dua dua yalvarmıştır.
Hicrete gelince, o Hz. Peygamber döneminde cihad ameliyesinin ayrı ve önemli bir boyutu idi. Nitekim birçok âyeti kerimede Allah; iman, cihad ve hicreti aynı çizgide ele almış (Enfal, 8/72, 74, 75; Tevbe, 9/20), teşvik etmiş (Bakara, 2/218, Âli İmrân, 3/195,Nisa, 4/100), hiçbir mazereti olmaksızın hicret etmeyenleri de kınamıştır (Nisa, 4/9798). Bütün bunlar karşısında Hz. Ömer gibi bir dâhinin hicretten geri kalması zaten düşünülemez. O da sair arkadaşları gibi Hz. Peygamber (sas)'denizin almış ve Medine'ye hicret hazırlıklarını yaparak, yola çıkmıştır. Fakat onun yola çıkışı bir başkadır. Bu konuda bazıları Mekke müşriklerinin kendilerini takip edip, yoldan alıkoyacakları veya öldürecekleri endişesi ile geceleri Mekke'yi terk ederken, kahramanlar âbidesi Hz. Ömer güpegündüz, hem de Mekke'nin sözde ulularına meydan okuyarak göç etmiştir. O, Hz. Ali'nin bizlere naklettiğine göre kılıcını kuşandı, yayını omuzuna astı, eline birkaç ok alıp Ka'be'ye geldi. Kureyş'in bütün ileri gelenleri Ka'be avlusunda halka olup oturmuşlardı. Ömer, önce Ka'be'yi tavaf etti, peşinden Makamı İbrahim'de iki rek'at namaz kıldı ve müşriklerin oturduğu yere gelerek "Burunları kırılasıcalar. Kim anasının ağlamasını, çocuklarının yetim, karısının dul kalmasını istiyorsa şu derenin arkasında benimle karşılaşsın." diye kükredi. Fakat hiç kimse onun peşine düşme cesaretini gösteremedi." Evet, Ömer gibi bir şecaat âbidesine de zaten bu yakışırdı.
Hz. Ömer'i tanıtmaya çalışırken takip ettiğimiz bu usul çerçevesinde onun vefası, basireti, hassasiyeti, istiğnası,firaseti.. ve buna benzer onlarca başlık içinde yine her birinden onlarla ifade edilebilecek sayıda misaller sunabiliriz. Fakat 14 asırdan bu yana hakkında ciltlerle kitap yazılmış bu büyük şahsiyeti biriki makale sınırları içinde tanıtmanın zorluğunu sizler de takdir edersiniz. Onun için bu faslı burada bitirirken,daha geniş malumat edinmek isteyenleri mufassal kitaplara havale ederiz.
Yalnız yeri gelmiş iken bir hususu özellikle vurgulamakta fayda mülâhaza ediyoruz. Öteden bu yana hemen hemen bütün Müslümanların zihninde Hz. Ömer dendiğinde onun adaleti akla gelmektedir. Hatta bu isim altında birçok kitap yazılmış, filmler bile çekilmiştir. Bu tabir
gerçeğin sadece bir yanıdır. Bu tanımlamanın tehlikeli bir yanı da vardır; o da Hz. Ömer'in adaleti denile denile, bir noktada o adalet mekanizmasının aslı yani İslâm, onun müessisi Hz. Muhammed (sas)'in arka planda kalmış olmasıdır.
Halbuki işin doğrusu İslâm'ın adaletidir. Hz. Ömer'in İslâm'dan önceki hayatı meydandadır. Dolayısıyla bunu ona izafe etmenin hiçbir anlamı yoktur. Belki o büyük ruh, maksadı fevkalâde aşan ve tamamiyle hüsnü niyete makrûn eda edilen bu beyandan alabildiğine rahatsız olmaktadır. Kim bilir? Fakat, Hz. Ömer'i bu jvasfıyla öne çıkartan uygulamaları da inkâr etmeye hiç kimsenin gücü yetmez.
Evet o, İslâm'ın adalet adına getirdiği hükümleri çok hassas ölçülerde halk tabiriyle arz edecek olursak kılı kırk yararcasına tatbik etmiştir. Devrinin gelişen şartlarına uygun olarak onu kurumsallaştırmış, sistematize ve disipline etmiştir. Belki bu bağlamda Hz. Ömer'in adaleti demek doğru olsa da, bu, beyâna ve açıklamaya muhtaç bir tanımlamadır.
Hz. Ömer'in hayatı adına buraya kadar kaydedip değerlendirmeye aldığımız hususlar bazılarınca bilinen ve bazılarınca bilinmeyen şeyler olabilir. Ama bazı hâdiseler vardır ki, Hz. Ömer dendiğinde hemen hemen herkesin kafasında çağrışımlar yapar. Hz. Ömer'i ebediyete taşıyan bu hâdiseler 14 asırdan bu yana kitabî ve vicahi kültürle nesilden nesileintikal etmiştir. Şimdi bu hâdiselerden birkaç tanesini arz etmeye çalışalım:
7. Hâdiselerin Diliyle Hz. Ömer
a. Hakikat Karşısında Eriyen Hz. Ömer
Gerçek kimin ağzından ve hangi üslupla ifade edilirse edilsin, kendi yanlış fikrinde ısrar etmeyip, anında duran ve hakikati kabullenme mânâsına gelen ve Arapların "elvakkâf inde'lhak" dedikleri vasıf, tam anlamıyla Hz. Ömer'i anlatmaktadır. Bir insanın kabullendiği ve savunmasını yaptığı görüşlerinden hemen vazgeçivermesi öyle sanıldığı gibi çok kolay değildir. Hele bu kişi koskoca bir İslâm coğrafyasının lideri ise, hepten zordur. Ama hakikat aşığı, Hz. Muhammed mektebinin azad kabul etmez talebesi Hz. Ömer için, bu hiç de zor bir şey değildir. İşte müşahhas biriki misal:
Kendisi muhacir olmakla beraber Medineli Ensar'a muhabbetini her fırsatta dile getiren, idarî mekanizmanın başında iken vazifeleri ensarmuhacir ayırt etmeksizin ehil olanlara veren, hatta bu konuda ehliyetli kişiler olması hasebiyle Ensar'ı daha çok tercih eden, Hz. Bilal'in beyanına göre herhangi bir sebeple gadaplandığı zaman Hz. Bilal'in okuduğu Kur'ân ayetleri karşısında teskin olan Hz. Ömer, bir gün Ensar ve Muhacirinin bulunduğu bir mecliste "Herhangi bir işte gevşeklik gösterirsem ne yaparsınız?" diye sordu. Hz. Ömer bunu iki veya üç kere tekrar ettikten sonra Beşir b. Sa'd (ra) "Eğer sen böyle yaparsan, seni ok gibi doğrulturuz." cevabını verdi. Cemaatinden aldığı bu cevap karşısında alabildiğine sevinen Hz. Ömer "İşte o zaman ilerlersiniz." diyerek sevincini izhar etti.
Umeyr b. Vehb, yıllarca şirkin önderliğini yapmış birisiydi. Ama bir gün risalet güneşinin şuaları onun kalbinde de tulû etti ve Umeyr Müslümanlıkla şereflendi. Hak ve hakikat karşısında mal, mülk, şöhret, makam, nefis, izzet.. herşeyini bir kenara itebilen ve atabilen Hz. Ömer, bu olay sonrasında şöyle diyordu: "Daha önceleri bir domuzu görmek Umeyr b. Vehb'i görmekten daha çok hoşuma giderdi.
Bugün ise onu oğullarımın bazısından daha çok severim." Hz. Ömer'i bu
düşünce değişikliğine iten neydi acaba? Ne dersiniz?
Yine bir gün Hz. Ömer'in yanında, Ömer'in Hz. Ebu Bekir'den üstün olduğu söylenir gibi oldu. Böylesi düşüncelerin şakasına dahi tahammülü olmayan "semai sahabenin kameri müniri" olan Hz. Ömer tıpkı bir aslan gibi kükredi.. kükredi ve "Allah'a yemin ederim ki; Ebu Bekir'in bir gecesi Ömer'in bütün sülalesinden üstündür." Diyerek onların düşüncelerini tadil etti.
Abdullah b. Ced'ân anlatıyor: Bir gün Hz. Ömer birisinin "Allahım beni azlardan eyle" diye dua ettiğini işitti.
Ona, bu sözün ne mânâya geldiğini sorduğunda "Sen, Allah'ın 'zaten onunla beraber çok azı iman etmişti.' (Hud, 11/40) 'Kullarımdan şükreden azdır.' (Sebe', 34/13) dediğini işitmedin mi?" cevabını aldı. Bu gerçek karşısında eriyip giden Hz. Ömer "Herkes Ömer'den daha fakih." diye söylenmeye başladı.
Hz. Ömer aynı sözü bir başka sefer, Kureyşli bir kadının kendisine yaptığı hatırlatma karşısında söylemişti. İbni Kesir'in nakline göre Ebu Ya'la'nın Şa'bi ve Mesruk tarikiyle rivayet ettiği bir haberde; Hz. Ömer bir gün hutbede kadınlara mehir bedeli olarak 400 dirhemin üzerinde vermelerinin hata olacağını, Allah Rasûlü ve ashabının 400 dirhem civarında mehir verdiklerini anlatır. Daha sonra Kureyşli bir kadın Hz.Ömer'e bu söylediğinin yanlış olduğunu, Kur'ân'da Cenâbı Hakk'ın "Kadınlarınıza kantar kantar (yüklerle) mehir vermiş olsanız..." (Nisa, 4/20) âyetini hatırlatır. İşte bu noktada Hz. Ömer, bir kere daha Ömer'den bekleneni yapar, "Bütün insanlar Ömer'den daha fakih."deyip, minbere çıkarak söylediklerini geri alır. Teb'asını mehir tespiti konusunda serbest bırakır.
b. Hudeybiye'de Hz. Ömer
Hudeybiye, İslâm fütuhat tarihinin en önemli dönemeçlerinden biridir. Antlaşma şartları itibariyle Müslümanların aleyhine gibi gözüken Hudeybiye sulhu, Kur'ân'ın ifadesiyle "apaçık bir fetihtir." (Fetih, 48/1) Yalnız vehlei ulâda bunun fetih olduğunu anlayabilmek, bulundukları mekân ve zaman diliminden çıkıp çok öteleri görebilen, hâdiselerin perde arkasına açık peygamber mantığına, basiret ve firasetine sahip kimseler için mümkündür.
Burada uzun uzadıya Hudeybiye'yi tahlil etmemize imkân yok. Onu bu konuda yazılmış mufassal kitaplara bırakıp, Hz. ÖmerHudeybiye münasebetine geçelim.
Hudeybiye antlaşması gereği her iki tarafın kabullendiği şartlar şunlardı:
1) Müslümanlar bu sene Mekke'yi ziyaret etmeden geriye dönecekler.
2) Ziyaret bir sonraki sene yapılacak ve üç gün sürecek.
3) Bu esnada Müslümanlar yanlarına hiç silah almayacak, herkes âdeti üzere kılıcını kuşanabilecek; ama o da kınında olacak.
4) Mekke'den Medine'ye gitmek isteyen olursa kabul edilmeyip Mekke'ye iade olunacak, buna karşılık Medine'den Mekke'ye gitmek isteyenlere de mani olunmayacak.
5) Arap kabileleri istedikleri tarafla birleşmekte serbest bırakılacak.
Görüldüğü gibi tebeî bir nazarla bakıldığında şartlar bütün bütün Müslümanların aleyhinedir. Hele dördüncü maddehiç de kabul edilebilecek cinsten değildir. Ama ne çare ki, Allah Rasûlü (sas)"Ben Allah'ın kulu ve Rasûlüyüm. O'nun emrine muhalefet edemem. O beni zayi etmeyecektir." demektedir. İşte Hz. Ömer bu aşamada düşüncelerini frenleyemeyip, kendini Hz. Peygamber'in huzurunda bulur ve O'na "Biz hak yolda değil miyiz? Bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" "Siz bizeKa'be'yi ziyaret edeceğimizi söylememiş miydiniz?" sorularını peş peşesorar. Hemen ardından Hz. Ebu Bekir'e gidip, aynı soruları ona da soran Hz.Ömer, sonra bu çıkışına pişman olur. Bu pişmanlığı, yenemediği bir duygu olarak ömrü boyunca da taşır, yaptığı bu hareketin hacaleti ile yaşayıp, kendini affetmeyen Hz. Ömer, kendi beyanına göre bu yaptığının kendisini helak edeceği endişesi ile hayatı boyunca sadakalar verip, namazlar kılmış, oruçlar tutmuş ve nice köleler âzâd etmiştir.
Aslında "Allah bizi din ile aziz kılmıştır" mantığının temsilcileri arasında hem de en ön saflarda yer alan Hz. Ömer'in kendi idrak sınırları içinde hak ve hakikate uygun olmayan bu anlaşmaya evet demesi düşünülemezdi. Belki sahabei kiram içinde çokları da böyle düşünüyordu. Nitekim, onların Hz. Peygamber'in kurbanlarını kesip,ihramdan çıkma emrine karşı belli bir müddet "Acaba geriye dönüşü olur mu?" diye kayıtsız kalmaları bunun bir göstergesiydi. Ama bunu Allah Rasûlü'ne arz edecek cesaretleri yoktu. Hâdiseye bu açıdan baktığımızda Hz.Ömer'in feveranlarının İnsanlığın İftihar Tablosu'na, O'nun tasarrufuna itiraz mahiyeti taşımadığı açıktır. Allah Rasûlü'nün Hz. Ömer'e bu çıkışından dolayı hayatı boyunca bir kelime bile etmemesi bunun en büyük delilidir. Zaten Hz.Peygamber'e itiraz düşüncesi olsaydı, onların helakı işten bile değildi.
Günümüzde birtakım şom ağızlılar Hz.Ömer'in bu davranışını esas alarak tenkid etmekte, onu Allah Rasûlü'ne teslim olmama suçu ile itham etmekteler. Tenkid ve itham bir yana, ah keşke bizler de haklarında Kur'ân'ın "Allah onlardan razı, onlar Allah'tan razı" (Mücadele, 58/22; Tevbe, 9/100) buyurduğu, sadâkatları müsellem bu devâsâ kametleri kendimizi hakim yerine koyup sorgulayacağımıza, İslâm'a teslimiyet noktasında kendimizi sorgulayabilseydik!
Ah keşke bizler de, İslâm'ın kaderiyle alâkalı her meselede Hz. Ömer gibi düşünebilseydik, o düşünceyi feveranlar halinde hayatımıza taşıyabilseydik, o zaman şu koskoca âlemi İslâm ne ferdî, ne ailevî, ne iktisadî, ne siyasî ve ne de kültürel alanda içinde bulunduğu şu âciz konumda olmazdı herhalde. Onun izzetle kendinde oluşunun farkında olan devletler de İslâm âlemi aleyhine bu kadar rahat komplolar düzenleyemez, sömürü sistemlerini hayata geçiremezlerdi herhalde.
c. Tevafukâtı Ömer (ra)
Hak ile bâtılı ayırt eden mânâsına "Faruk" unvanının sahibi Hz. Ömer, peygamberâne kabiliyetlerle donatılmış lisanına hakkın konulduğu mülhemun'dan bir zat idi. Elbette bu mantık, bu basiret ve bu firasete sahip insanın hayatı da biteviye bir hayat yaşayan düz insanların idrak sınırlarını aşacak olağanüstülüklerle doluydu. Bu hakikate işaretle Abdullah b. Mes'ud diyor ki: "Şüphesiz Ömer hepimizden daha çok Allah'ı tanıyan, hepimizden daha çok Allah'ın kitabını okuyan ve bilen kimse idi." Hz. Huzeyfe ise, "Bize öyle geliyor ki, bütün insanların bilgisi sanki Ömer'in kafasında saklıdır." der. Evet, cevher kadrini bilen cevherfürûşânların değerlendirmeleri bunlar. Bu kervana Hz.Ali de bir dua ile katılır.Ramazan'da mescidin kandillerle parıl parıl parıldadığını ve halkın Kur'ân okuduğunu gören Hz. Ali "Ey Hattaboğlu sen Allah'ın evlerini nasıl ışıklandırdınsa, Allah da senin kabrini ışıklandırsın." der.
İşte yapageldiği uygulamalarla 14 asırdır tüm inananları adeta teshir eden Hz. Ömer'in bir başka özelliği ise tevafukâtıdır. Bu, kendi beyanına göre 3, İbni Hacer'e göre 15, İmamı Suyutî'nin tahkikine göre ise 21 defa Hz. Ömer'in düşüncesi istikametinde ayeti kerimelerin nüzul etmesi demektir.
Rabbani hükme muvafık düşen Hz.Ömer'in görüşlerinden bazıları şunlardır:
1) Makamı İbrahim'in namazgah edinilmesi.
2) Ezvâcı tâhirâtın tesettüre bürünmesi
3) Ezvâcı tâhirâtın kıskançlık adına birleşmeleri üzere "O'nun Rabbi sizleri boşar ve sizden daha hayırlı zevcelerle değiştirir." demesi ve aynı çizgide ayetin gelmesi. (Buharî,Salât, 32; Müslim, Fedâilü'sSahabe, 24)
4) Bedir esirlerine ne yapılacağı hakkında, istişare esnasında arz ettiği görüşü. (Enfal, 8/67)
5) Meşhur münafık Abdullah b. Übeyy b. Selul üzerine, Hz. Peygamber'in cenaze namazı kılmamasını istemesi. (Tevbe, 9/84)
6) İçki hakkında kesin ve net bir hükmün gelmesini istemesi. (Mâide, 5/90)
7) İnsanın yaratılışını anlatan ayeti ilk defa dinlerken Allah'ın kudretine hayranlığın ifadesi olarak kendinden geçip,ayetin fezlekesini aynen söylemesi. (Mü'minun, 23/14)
8) İfk hadisesinde kendisi ile istişare eden Hz. Peygamber'e bunun bir iftira olduğunu söylemesi ve aynı ifadelerle ayetin nüzulü. (Nur, 24/16)
9) Hz. Peygamber'in hükmüne razı olmayan kişiyi öldürmesi, bunun üzerine Hz. Ömer'in haklılığına delâlet eden ayetin inmesi. (Nisa, 4/65)
10) Cibril'e "Bizim düşmanımızdır." diyen Yahudilere karşı Hz. Ömer'in söylediği aynı sözlerle ayetin nazil oluşu. (Bakara, 2/98)
Burada bu tevâfukâtların hepsini uzun uzadıya anlatmamıza imkân yok. Onun için bir fikir vermesi açısından sadece Bedir esirleri ile ilgili ayeti, nüzul sebebi ile beraber kısaca arz etmeye çalışalım: Bedir Savaşı sonrası Allah Rasûlü (sas) elde edilen esirlere neyapılması gerektiği hakkında ashabıyla istişare etti. Esir meselesi o güne kadar Müslümanların ilk defa karşılaştıkları bir durumdu. Bu konuda Allah'tan gelen bir beyan da yoktu. Hz. Ebu Bekir esirlerin fidye karşılığı salıverilmesi görüşünde olduğunu söyledi. Hz. Ömer ise "Ben Ebu Bekir'in görüşünde değilim. Bunlar Kureyş'in liderleri, imamları, komutanları. Onun için bana, Ali'ye, Hamza'ya en yakınlarımızı ver, onları öldürelim. Ta ki Allah, akrabamız bile olsa müşriklere karşı kalplerimizde bir sevgi taşımadığımızı bilsin." dedi. Allah Rasûlü, Hz. Ebu Bekir'in görüşüne göre hareket etti. Ve devamını Hz. Ömer anlatıyor. "Ertesi gün Allah Rasûlü'nün yanına gittim. Yanında Ebu Bekir vardı ve beraber ağlıyorlardı. Israrla niye ağladıklarını sordum. Allah Rasûlü nihayet alınan fidyeler karşılığında şu ayetin indiğini söyledi: "Yeryüzünde ağır basıp (küfrün belini kırıncaya) kadar, hiçbir peygambere esir bulundurması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için ebedî olan) ahireti istiyor. Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir. (Enfal, 8/67) Aslında küfrün beli kırılıp, hak düşüncesi hakim olduktan sonra esirler o günkü şartlara göre tutulur, salıverilir veya fidye karşılığı serbest bırakılabilir. Muhammed suresinin dördüncü ayeti bunu âmirdir. Ama bu, düşman kuvvetlerinin kımıldayamaz hale getirilmelerinden sonradır. "Halbuki Bedir'de düşman ordusu üzerinde tam bir hakimiyet, gerçek anlamda bir ihsan hasıl olmuş tdeğildi, henüz İslâm'ın gücü bütün katılığıyla ağır basmış değildi. O sırada düşmanın biraz uyanık davranması büyük bir felâket getirebilirdi." İşte o engin dehasıyla, firasetiyle, basiretiyle bunu sezen Hz. Ömer, fıtratındaki celadetin de tesiriyle esirlerin öldürülmesi görüşünde olduğunu söylemişti. Aslında Allah Rasûlü de belki aynı düşüncedeydi. Ama af ve müsamaha ikliminin yegâne temsilcisi, Kehf Sûresi 6. ayetinde bildirilen şekliyle başkalarının iman etmemesi karşısında neredeyse kendini helak edecek derecede üzülen Nebiler Serveri, bi'setten bu yana Müslümanlara kan kusturan bu azılı müşriklerin kalplerine girme, onları ebedî azaptan kurtarma adına bir yol olabilir düşüncesi ile Hz. Ebu Bekir'in görüşüne meyletmişti. Fakat İlahî irade, Hz. Ömer'e muvafakat etti.
Sair tevafukât için, daha teferruatlı bilgi edinmek isteyenleri ilgili kitaplara havale edip, bu faslı Abdullah b.Ömer'in sözleriyle kapatalım: "Hiçbir mesele meydana gelmemiştir ki, insanlar bir türlü, Ömer de bir türlü görüşte bulunmuş olsunlar da Kur'ân,Ömer'in dediğine uygun nazil olmuş olmasın."
d. Hz. Peygamber (sas)'in Vefatında Hz. Ömer
Aleyhissalâtü ve'sSelâm Efendimiz,Rabbinden gelen "irci'i" emrine uyarak Rabbi'ne dönünce bu bütün sahabede olduğu gibi, Hz. Ömer (ra)'de de bir şoka sebep olmuştu. Girdiği bu şokun tesiriyle O'nun ölmediğini iddia etmiş, Hz. Musa'nın Rabbiyle buluşmaya gittiği Mikat'tan döndüğü gibi O'nun da döneceğini ve aksini söyleyenlerin ellerini ayaklarını keseceğini Mescidi Nebevi'de haykırmıştır.
Bu arada Hz. Ebu Bekir (ra) gelmiş,Rasûlullah (sas)'a olan aşkın, şevkin ve sevginin neticesi ruhlara gelen şaşkınlığın, inisiyatifi ele almasıyla, daha büyük şeylere sebep olmasını önlemişti. Hemen hutbeye çıkmış ve mesciddeki cemaate şöyle seslenmişti:
"Ey insanlar! Kim Muhammed'e ibadet ediyorsa bilsin ki Muhammed (sas) öldü. Kim de Allah'a ibadet ediyorsa bilsin ki, o Hayy'dır, ölmez."
Ardından da Âli İmran sûresinin 144. âyetini okumuştur: "O ölür veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz?"
Sonrasını Ebu Hureyre (ra)'den dinleyelim. Vak'anın şahidlerinden olan bu zât: "Allah'a yemin ederim ki, sanki insanlar Hz. Ebu Bekir, bu âyeti okuyuncaya kadar, bunu bilmiyorlardı." diyerek mesciddeki ashabın içine girdikleri şoku ve Hz. Ebu Bekir'in, onları yatıştırmasını canlı bir biçimde anlatır. Bu Hz. Ebu Bekir (ra)'in hilâfet işine en lâyık olduğunun ilk işareti miydi acaba? Hiçbir şey karşısında sarsılmayan bu irade, ancak işin başına geçmeye lâyıktı.
Nitekim Hz. Ömer (ra) daha sonra bu ânı bizlere şu şekilde tasvir edecektir: "Ebu Bekir'den bu âyeti işittiğimde hayret ve dehşete düştüm. Artık ayaklarım vücudumu taşımıyordu. Yere yığıldım. Ve anladım ki, Rasûlullah irtihali dârı beka buyurmuş, dünyasını değiştirmişti."
e. Hz. Ebu Bekir'in Hilâfetinde Hz. Ömer
Hz. Ebu Bekir (ra) mesciddeki ashabı yatıştırmakla ilgilenirken, gelen bir haber ortalığı telaşlandırdı. Bu habere göre Ensar, Benî Saide Sakifesi'nde toplanmış, Hz. Übâde b. Sâmit'i halife seçmek üzere müzâkere halindeydiler. Bunu duyan Hz. Ebu Bekir (ra), Efendimiz (sas)'in teçhiz ve tekfin işini Hz. Ali'ye bırakarak, Hz. Ömer'le beraberyanlarına Hz. Ebu Ubeyde'yi de alarak, anılan toplantıya katılmak üzere yolaçıktı. Oraya varınca, Hz. Ebu Bekir (ra) Ensar'a, İslâm'a yaptıkları hizmetin büyüklüğünü hatırlatan tesirli bir konuşma yaptı. Bu arada, Evs ve Hazreç kabilesi arasındaki, geçmişte var olan ihtilâfları hatırlattı. Ensar bütünüyleHz. Ebu Bekir (ra)'in dediklerine katıldı. Konuşmasının sonunda Hz. Ömer (ra) veya Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra)'a biat etmelerinin uygun olacağını belirtti. Hz. Ömer (ra) basiret ve firasetiyle, oluşabilecek muhtemel bir karışıklığın önüne geçmek için, hemen Hz. Ebu Bekir (ra)'e biat etti. Ardından orada bulunanlar da Hz. Ebu Bekir (ra)'e biat ettiler.
Ertesi gün Hz. Ebu Bekir (ra), mescidde ilk hutbesini irad etmeden önce Hz. Ömer (ra) bir konuşma yaparak, Hz. Ebu Bekir (ra)'in, mağarada "ikinin ikincisi" olduğunu hatırlatarak ona biat edilmesi gerektiğini hatırlattı.
Hz. Ömer, fitneleri yatıştırıcı rolünü her zaman en güzeliyle oynamış, bunu bir kez de Hz. Ebu Bekir (ra)'in halife seçilmesinde, ümmetin arasına ihtilâf girmesini önlemesiyle de göstermişti...
Hz. Ebu Bekir (ra)'in en önemli yardımcısı Hz. Ömer (ra) olmuştu. Hz. Ebu Bekir (ra) Peygamber Efendimiz (sas)'in hazırladığı; fakat ömrü vefa etmediğinden gönderemediği Hz. Usâme (ra) ordusunda bir nefer olan Hz. Ömer (ra)'i komutandan rica ederek yanına almıştı.
Hz. Ömer (ra), adalet işlerini üzerine almış, Hz. Ebu Bekir (ra)'in gerek Ridde harpleri, gerekse devlet işleriyle daha fazla meşgul olmasını sağlamıştı.
Hz. Ebu Bekir'in devlet işinden başka işle iştigal etmemesi gerektiği ve geçineceği kadar maaşı Beytü'lmâl'den alabileceğini Hz. Ömer (ra) teklif etmişti. Yine Kur'ân, Hz. Ömer (ra)'in teklifiyle bir mushaf halinde toplanmıştı.
8. Hilafeti Döneminde Hz. Ömer
a. Halife Seçilmesi
İnsanlık tarihi boyunca devlet sistematiği oturmuş ya da oturmamış hemen bütün toplumlarda devlet başkanı değişimleri hep problem olmuş veya çözüm bekleyen bir sürü problemlerin doğmasına vesile olmuştur. Evet, ister ölüm, ister seçim, isterse başka birneden, ne sebeple olursa olsun, bütün değişimler yukarıda belirttiğimiz gibi beraberinde çözümü zor veya kolay birçok problemi de beraberinde getirmiştir. Bakın, Hz. Muhammed (sas)'in irtihali dârı beka buyurmasından sonra, Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesinin ki bu bütün Müslümanların kabulü ile olmuştu üzerinden 14 asır geçmiş olmasına rağmen, bugün bile hâlâ belli çevrelerce bu durum kabul edilmiyor, edilemiyor ve itiraz sesleri yükseliyor. Kaldı ki bu konuda Efendimiz (sas)'in Hz. Ebu Bekir'in halife olması adına sarahate yakın işaretleri var.
İşte Ümmeti Muhammed, Hz. Ebu Bekir'in vefatına yakın yine böyle bir badirenin içine giriyordu. Ve bunu başta Hz. Ebu Bekir olmak üzere, kaderini toplumun kaderinin bir parçası gören hassas ve ince ruhlar, basiret ve firaset erbabı nice şahıslar hissediyordu, hissediyordu ve bunlardan bazıları açıkça gelip, Hz. Ebu Bekir'e "Kendinden sonra kimi düşünüyorsun?" diyorlardı. Aslında onların bu suali sormaları kendi nefisleri adına bir ikbal düşüncesinden ya da idbar endişesinden kaynaklanmıyordu. Tam aksine, ümmetin selametini, vahdetin devamını sağlama ve geçiş sürecini zararsız atlatma düşüncesinden kaynaklanıyordu. Zira onlar biliyorlardı ki, İslâm'ın hem içte münafıklar hem de dışta başta Bizans ve Fars olmak üzere birçok düşmanları vardı.
Hz. Ebu Bekir'e gelince, o buraya kadar arz etmeye çalıştığımız endişeleri herkesten fazla olarak hisseden bir liderdi.
Nitekim o kendinden sonra kimi halife olarak bırakacağı hakkında ashabın ileri gelenleri ile bir dizi istişarelerde bulundu. Aslında Hz. Ebu Bekir, bu iş için baştan bu yana Hz. Ömer'i düşünüyordu, düşünüyordu; ama neticede çoğunluğunkendisi ile beraber olmasını istediği için İslâm'ın temel taşlarından biri olan meşverete başvurarak topluluğun sesine kulak veriyordu. Hz. Ebu Bekir,Abdurrahman b. Avf'a "Hz. Ömer" düşüncesini açıkladığında "Bir parça serttir." sözüyle karşılaştı. Hz. Ebu Bekir ona "Bunun nedeni onun beni yumuşak görmesidir; eğer iş ona düşerse şu anda yaptıklarının çoğunu yapmayacaktır." cevabını verdi. Hz. Osman da bu istişareler sırasında "Ömer" adını duyunca "Onun gizledikleri açığa vurduklarından daha hayırlıdır, aramızda onun gibisi yoktur." diyerek düşüncelerini açıkladı. Yalnız Talha b. Ubeydullah "İnsanların Ömer'den neler çektiğini biliyorsun. Rabbin bunu sana sorarsa ne cevap vereceksin?" diyerek, tepki
diye nitelendirebileceğimiz sert bir üslupla Hz. Ebu Bekir'e soru sormuştu. O da "Sen beni Allah ile mi korkutmak istiyorsun. Rabbime kavuşup bana soracak olursa, ben de "Senin halkın üzerine halkının en hayırlısını halife bıraktım, diyeceğim." diye cevap verdi.
Neticede, Hz. Ebu Bekir, Hz. Osman'ı çağırtarak Hz. Ömer'i halife bıraktığına dair bir ahidname yazdırmaya başladı. "Bu Ebu Kuhafe'nin oğlu Ebu Bekir'in Müslümanlara yazdığı ahidnamedir.
İmdi...." ve arkasını getiremeden bayıldı. Hz. Osman ise ahidnameyi, Hz. Ömer'in halife olduğuna dair beyanla yazıp, bitirdi. Hz. Ebu Bekir kendine
geldiğinde, Osman'a yazdıklarını okuttu. Ardından Hz. Osman'a "Baygınlığımda ölüp de benden sonra Müslümanların ihtilafa düşmelerinden korktuğunu görüyorum." dedi. Hz. Osman'ın "Evet" cevabı karşısında "Allah sana, İslâm'a ve Müslümanlara olan hizmetlerinin karşılığını versin!" diye dua etti. Daha sonra Müslümanları bir yere toplatıp, bu ahidnameyi okuttu. Topluluk içinden hiç kimse itiraz etmeden bunu kabullendiler. Bu manzarayı bir yerden seyreden Hz. Ebu Bekir ortaya çıktı ve "Benim size halife olarak seçtiğim kimseyi gönül hoşnutluğuyla kabul ediyor musunuz? Gerçek şu ki ben, size akrabam olan birisini halife göstermedim. Ben, sizlere Ömer'i halife olarak gösteriyorum. Onu dinleyiniz ve itaat ediniz. Allah'a yemin ederim, görüşümün doğru olması için elimden gelen her şeyi yaptım" deyince, hazır bulunanlar "Dinledik ve itaat ettik." diye cevap verdiler. Daha sonra Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra)'i yanına çağırarak ona şunları söyledi: "Gerçek şu ki ben seni Rasûlullah (sas)'ın sahabileri üzerine halife olarak seçmiş bulunuyorum."Daha sonra ona Allah'ın takvasının dışına çıkmamayı tavsiye ederek şöyle devam etti: "Ey Ömer! Allah'ın geceleyin yerine getirilmesi gereken birtakım hakları vardır, onları gündüzün kabul etmez.
Gündüzün yerine getirilmesi gereken birtakım hakları vardır, onları da geceleyin kabul etmez. O, farz yerine getirilmediği sürece, hiçbir nafileyi kabul etmez. Dikkatini çekmemiş mi ya Ömer! Kıyamet gününde terazileri ağır gelenler hakka tâbi olanlar ve onun kendilerine yüklediği ağırlıkları taşıyanlardır. Yarın haktan başka hiçbir şeyin konulmadığı bir terazinin ağır gelmesi elbetteki bir haktır. Dikkat etmedin mi ya Ömer! Kıyamet gününde tartıları hafif gelenlerin terazileri bâtıla uymaları ve onun kendilerine hafif (ve kolay) olması dolayısıyladır. Yarın ancak bâtıl şeylerin konulup tartıldığı bir terazinin hafif gelmesi de hakkın ta kendisidir. Dikkatini çekmedi mi ya Ömer! Rahat ve huzur ayeti sıkıntı ayeti ile birlikte, sıkıntı ayeti de rahat ve huzur ayeti ile birlikte inmiştir. Böylelikle mü'minin Allah'ın cennetinden ümitvar, cehenneminden de korku içinde olması amaçlanmıştır. Ta ki Allah'tan hakkı olmayan bir şeyi isteyip arzulamasın ve kendi eliyle kendisini attığı bir şeyden korkmasın. Hiç dikkat, etmiyor musun ya Ömer! Allah cehennemlikleri işlediklerinin en kötüleriyle birlikte zikretmiştir. Öyle ki ben onları hatırladığım zaman onlardan olmamayı ümit ediyorum. Diğer taraftan cennet ehlini de yaptıklarının en güzeli ile birlikte zikretmiştir. Çünkü onların ufak tefek kötülüklerini bağışlar. Onları hatırladığım zaman 'Benim amelim nerde, onların ameli nerde?' derim. Benim tavsiyelerime iyice kulak asmışsan gaip hiçbir şey, hazır olan ölümden senin için daha sevimli olmamalıdır. Zaten sen ona karşı hiçbir şey de yapamazsın."
b. Döneminde Yapılan Fetihler
Hz. Ömer döneminde fethedilen toprakların toplam alanı 2.251.030 kilometrekaredir. 10 yıllık hilafeti döneminde Allah'ınizniyle fethedilen bu alanın büyüklüğünü idrak etmek için Türkiye'nin 780.576 kilometrekare olduğunu hatırlamak yeter sanıyorum. Yani Türkiye'nin yaklaşık üç katı.
Yalnız bu başarıyı elbette tek başına Hz.Ömer kazanmamıştır. Bir kere bütün inanan insanlardaki tebliğ aşkı, cihad heyecanı, mazlumların, mağdurların imdadına yetişme düşüncesi veya tamamen uhrevî arzularla; yani şehid olarak ahirete irtihal etme, cennet ve cemalullahı müşahede etme ve rıza makamına erme.. evet bütün bu moral değerlerin fetihlerde oynamış olduğu rol inkâr edilemez. İnananları bu düşünce ve inanç ufkuna ulaştırma ise Hz. Peygamber (sas) ile başlamış, Hz. Ebu Bekir döneminde devam etmiştir. Yani Hz. Ömer'in kısmen hazır bulmuş olduğu cihad aşkıyla yerinde duramayan bu insanlar topluluğu, en azından 25 senelik bir çalışmanın mahsulüdür.
Öte taraftan, bütün cihana meydan okuyabilecek, o döneme göre dünyanın iki süper gücü Fars ve Bizans imparatorluklarının üzerine yürüyebilecek vasatın ve askerî donanımın hazır olmasında da Efendimiz ve Hz. Ebu Bekir dönemi göz ardı edilemez.
Bu kısa değerlendirmelerle Hz. Ömer'in dehasını, idare ve sevk kabiliyetini, zaman ayarlamasını, altyapı desteklemelerini ve takip edegeldiği ince diplomatik siyasetlerini inkâr ediyordeğiliz. Hz. Ömer'in kısacık ifade ile devrini iyi idrak edip, İslâm'ı bütün emir ve yasaklarıyla çok çok iyi anlayıp yorumlamasının elbette bunda payı büyüktür. Nitekim, İslâm ordularının Hz. Ömer'den sonra aynı aşk ve şevke sahip olmalarına rağmen diğer halifeler döneminde askerî alanda bu kadar fetih yapamamaları bunun bir göstergesidir. Fakat bizler, hakikatin yerli yerini bulup, gerçek mihrabına oturması için bu değerlendirmeleri kaydetmekte fayda mülâhaza ettik.
Evet, Hz. Ömer döneminde 2.251.030 km2 toprak feth edilmiş, Mekke merkez kabul edilecek olursa, devletin alanları kuzeye 1036 km, doğuya 1087 km, güneye 483 km uzamıştır. Bu geniş topraklar Suriye, Mısır, Huzistan, Irak, Ermenistan, Azerbaycan, Fars, Kirman, Horasan gibi ülkeleri içine almaktadır.
Bazı Batılı tarihçiler Hz. Ömer döneminde akıllara durgunluk veren bu fetih hareketlerini Doğu Roma ve İran imparatorluklarının çökme dönemine rast gelmesine bağlarlar. Hatta bunlardan bazıları da Hz. Ömer'i, İskender veya Cengiz Han ile mukayese etme yanlışlığı içine düşerler. Halbuki, gerek İranlılar, gerekse Bizanslılar asırlık imparatorluğa sahip, güçkuvvet, harp sanatı, tesir sahaları itibariyle Hz.Ömer dönemindeki Müslümanlardan kat be kat üstün durumdaydılar. Mesela,Bizanslıların harp tabyeleri üzerine yazılmış kitapları, sayısız harp silahları ve orduları vardı. Bizans o devrelerde zafer zafer üstüne kazanarak Isfahan'a kadar gitmiş, Suriye'yi İran'dan istirdad etmişti. Yine İran askerleri, miğfer,tulga, siperlik, göğüs levhası, zırh, çelik eldiven gibi harp levazımatını kullanıyordu. Fakat bütün bu maddî üstünlüklerine rağmen, onlar yine de yenilgiden kurtulamadılar.
Demek ki, fethin sebeplerini maddî alan içinde izaha kalkışmak oldukça yetersiz. Konu ile ilgili olarak Şiblî Numanî şu değerlendirmelerde bulunuyor:
"Kanaatimizce Müslümanların zaferinin gerçek sebebi İslâm'ın mukaddes tebliğcisinin onlara zerkettiği ve Ömer (ra)'in daha da parlatıp kuvvetlendirdiği şevk, azim, metanet, cesaret ve yiğitliktir. Bunlar, Doğu Roma İmparatorluğu ile İran'ın kudretlerinin zirvesinde oldukları zaman bile mukavemet edemeyecekleri silahlardı. Bunlara, ülkeleri fethetmeye olmasa bile hükümeti kurma ve muvazeneye kavuşturmaya yarayan bazı diğer hasletler daha ekleniyordu. Bu hasletlerin en başta geleni Müslümanların doğruluğu ve adil oluşuydu. Bir memleket zaptedildiği zaman fatihlerin mükemmel davranışları ve muameleleri halk üzerinde öyle bir intiba bırakıyordu ki aradaki din farkına rağmen halk yeni idarecileri hakkında kötü düşünmüyordu. Müslümanlar Yermuk muharebesinden evvel Suriye'nin birçok yerlerini tahliye ettikleri zaman Hıristiyan tebaa onları geri göndermesi için Allah'a dua ettiler, Yahudiler de ellerinde "Tevrat" olduğu halde hayatta oldukları müddetçe Sezar'ın geri gelmeye cür'et edemeyeceğini beyan ettiler.
Suriye ve Mısır'daki Roma idaresi zalim ve müstebit idi. Bu yüzden, Müslüman istilasına karşı Romalıların savunması,teb'adan hiçbir takviye olmaksızın, tamamen hükümet ve orduya bağlı kalıyordu. Ordu yenilgiye uğrayınca hiçbir mânâ kalmamış, halk mukavemet etmemişti. İran'da durum farklıydı. O ülkede bölge ve vilayetlerde hüküm sürüp imparatorluğun savunmasından çok kendi iktidar ve mülklerine halel gelmemesi için çarpışan derebeyleri ile asilzadeler vardı. Merkezî hükümetin mağlup olmasından sonra bile Müslümanların her adımında mukavemetle karşılaşmalarının sebebi buydu. Bununla beraber, İran'da bile Müslümanlar cömertlik ve adil muamele ile halkın gönlünü kolaylıkla kazanmıştı. Memleket zaptedildikten sonra kurulan yeni hükümetle dengenin sağlanmasında halk epey yardımda bulunmuştu.
Hz. Ömer'in İskender veya Cengiz Han ile mukayese edilmesine gelince; bundaki mantaliteyi anlamak zor, hatta imkansızdır. Zira İskender ve Cengiz fethettikleri yerlerde bütün ahaliyi kılıçtan geçiren, şehirleri yağmalayan, zulüm ve istibdadın her çeşidini uygulayan, kan kokan, kan düşünen, kan konuşan, kan kusan kanlı insanlardır. Tarihin onların eliyle açtığı kanlı sahifeler bunun en büyük şahididir.
Hz. Ömer ise, fetihlerinde adalet ve insaftan kıl kadar ayrılmayan, adam öldürmek bir yana meyve ağaçlarını bilekesmeye müsaade etmeyen, kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlara dokunmayan, hasılı İslâm'ın savaş hukukuna ait vaz'etmiş olduğu bütün hükümleri tatbik eden birinsandır.
Ayrıca, kan, gözyaşı, zulüm, istibdat üzerine kurulan düzenler yani İskender'in, Cengiz Han'ın devletleri kendilerinden sonra devam etmeyip yıkılıp giderken, Hz. Ömer'in bir zamanlar en yüksek temsilcisi olduğu İslâm 14 asırdan bu yana hâlâ devam etmektedir.
Hal bundan ibaret iken ve bu manzarayı dost düşman herkes müşahede ederken, tutup Hz. Ömer'i bu kanlı zalimlerle mukayese etmenin mantığını anlayabilmek hakikaten çok zor. Fakat illa buna bir izah getirilmek isteniyorsa, "Batılı tarihçiler bu düşünceleri ile İslâm'a beslemiş oldukları kin ve nefretlerini açığa vurmaktadırlar." diyebiliriz.
Hz. Ömer döneminde sırasıyla olmasa bileKâdisiye, Celûla, Suriye, Şam, Fehl, Humus, Yermuk, Kudüs, Kayzeriye, Cezire,İran, Azerbaycan, Taberistan, Ermenistan, Kirman, Sistan, Makran, Horasan,Mısır, İskenderiye, Trablusgarp.. gibi yerler fethedilmiştir. Bu yerlerin fethedilmesi için gerçekleştirilen savaşlara ait malumatların bütününü burada sunmamız takdir edersiniz ki mümkün değildir.
Ama keşke mümkün olsaydı da Hz. Ömer'in, nasıl bir harp dahisi olduğunu, askerî stratejilerde günümüz uzmanlarına taşçıkartacak seviyede bulunduğunu, cesaret ve şecaati yanında hilm ve silmi zirve noktalarda temsil ettiğini, en hisli olduğu dönemlerde dahi mantıkiliği hiç elinden bırakmadığını, âlemşümul şefkat ve merhametiyle bütün insanları bağrına bastığını gösterebilseydik. Onun için sizleri bu hususta bütün teferruatıyla bilgileri bulabileceğiniz tarih kitaplarının ilgili bölümlerine veya müstakil eserlere havale ederek, bu bahsi kapatıyoruz.
c. Devlet Sistematiğine Ait Getirdiği Düzenlemeler
Hz. Ömer'in halife seçilmesinden yaklaşık 25 yıl önce bir tek kişi ile başlayan İslâm hareketi, İlahî takdir gereği merdiven basamaklarını teker teker çıkmış ve artık devlet haline gelmiştir.
Yalnız güç, kuvvet, insan vb. alanlarda potansiyel olarak bir devleti oluşturabilecek veya yönetebilecek kaynağa sahip olma, hatta bu kaynaklar itibariyle mevcut devletlerden daha fazla imkâna sahip bulunma devlet olmanın yegâne şartı değildir ve olamaz da. Bütün bunların devlet hayatında yeri vardır; ama bunlar her şey değildir.
Devlet demek A'dan Z'ye düzen, nizam, sistem demektir. Bunun için de içinde bulunulan şartlara göre kanunî düzenlemelerin yapılması, bugünkü dille meseleyi ele alacak olursak kanunların,yönetmeliklerin, genelgelerin çıkartılması, bunları tatbik edecek insan unsurunun ele alınıp yetiştirilmesi, gerektiğinde kimsenin gözünün yaşına bakmadan cezaî müeyyidelerin uygulanması şarttır. Nitekim başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bugünkü devletlere baksanız veya bu hususta mazi derelerinde bir tarih yolculuğu yapsanız, söylediğimiz bu hususa ait binlerce delil bulmanız mümkündür.
İşte Hz. Ömer, Efendimiz (sas) ile başlayan İslâm'ın devlet olma sürecinde, nöbetin kendine geldiği dönemlerdebelki de altyapının hazır, vasatın müsait olmasından hareketle bu süreci hızlandırmıştır. Yalnız bu bizleri "tam bu dönemde Hz. Ömer değil de bir başkası halife olsaydı, belki o da aynı düzenlemeleri yapardı veya yapmak zorundaydı" gibi düşüncelere taşımasın. Zira bu düşünce bir anlamda Hz. Ömer'i inkâr veya yaptıklarını hiçe sayma mânâsına gelebilir ki, şahsen ben böyle bir günah işlemekten Allah'a sığınırım. Çünkü, uygulamalar gösteriyor ki, hadiselere vukufiyet, müdahalede zamanlama, olaylara yaklaşım keyfiyeti, yorumlama farklılıkları ve elde edilen neticeler itibariyle Hz. Ömer'in yeri katiyen doldurulamaz.
Allah Rasûlü (sas) 23 senelik peygamberlik hayatı boyunca devlet mekanizmasının altyapısını söz, fiil ve takrirleriyle ortaya koymuş, bunlardan bazılarını bizatihi kendisi temsil etmiş, bazılarına ise şartlar elvermemiş veya ömrü yetmemiş. Arkadan gelenler ise, Nebiler Serveri'nin atmış olduğu temeller üzerine binalarını kurmaya çalışmışlardır. İşte Hz. Ömer, bu devlet çarkını yapageldiği düzenlemelerle kuran, işleten bir insandır.
Devlet sistematiği adına neler yapmıştır Hz. Ömer?
1) Devlet yönetiminde istişare meclisleri kurmuş, bu meclislere halkın görüşlerine itibar ettiği insanları davet etmiştir. Ensar ve Muhacirîn'den bazı zatlar mesela, Osman, Ali, Abdurrahman b. Avf, Muaz b. Cebel, Zeyd b. Sabit, Ubeyy b. Ka'b gibi şahsiyetler bu meclisin daimî üyeleriydi. Meclis, belli günler toplanır, devleti, milleti alâkadar eden meseleleri müzakere ederek, karara bağlarlardı. Bu meclislerde hemen herkes görüşlerini açıkseçik, net bir biçimde açıklayabilirdi. Zaten "Müşaveresiz hilafet olmaz." Hz. Ömer'e ait bir sözdür.
2) Hz. Ömer'in devlet sistematiği adına ümmete kazandırdığı en önemli husus, herhalde idarî taksimattır. Sınırları gün geçtikçe genişleyen İslâm devletini ilelmerkez bir idarî anlayışla yürütmenin zorluğu herhalde anlaşılan bir mevzudur. İşte Hz. Ömer, devleti uygulaya geldiği sistemi ile ademi merkeziyetçi bir statüye kavuşturmuş, vilayet, kaza, nahiye şeklinde taksimata gitmiş ve buralarda konumuna göre defterdardan polis teşkilat amirlerine, hâzine müdürlerinden hakim ve müftülere varıncaya bir dizi
atamalarda bulunmuştur.
Hz. Ömer, yaptığı idarî taksimatta devleti bir anlamda eyalet sistemi içinde yönetmişti. Tarihçilerin verdiği rakama göre 8, fakat yeni fethedilen yerlerdeki idarî taksimatı olduğu gibi kabullenildiği ve bu sebeple bu rakam içine katılmayan bölgeleri de katacak olursak sayıları 20'ye varabilecek eyalet vardı. Kazalar bu vilayetlerdeki üst düzey amirlere bağlı olarak çalışırdı.
Hz. Ömer yaptığı atamalarda öncelikle ehliyet şartı arar, siyasî ve idarî kabiliyeti olanları görevlendirirdi. Mesela, Amr b. As, Muaviye ve Mugire b. Şu'be bu özellikleri ile iştihar etmiş insanlardı ve Hz. Ömer bu kabiliyetlerin hepsini hilafeti boyunca yerli yerinde kullanmıştı.
3) Hz. Ömer'in devlet memurları hakkında getirdiği düzenlemeler de idarî yapılanma içinde çok önemli yere sahiptir.Mesela, memurların seçim işinin alenî olarak istişarî meclislerde yapılması,rüşvet, ihtilas vb. gibi kötü âdetlerin önünü tıkamak gayesiyle memur maaş oranlarının alabildiğine yüksek tutulması, memurlardan o günkü şartlara göre toplumun kabullenemeyeceği birtakım davranışlar içine mubah da olsa girmeyeceklerine söz alması, memurlardan memuriyete giriş tarihi itibariyle mal beyannamesi alıp, memuriyet sürecinde hızla artan mal varlığı karşısında sorgulamaya tâbi tutması, bir memur olan valilerin her yıl hacda hazır bulunmalarını emrederek, şayet haklarında şikayet bahis mevzuu ise halk ile yüzleşmeleri, hatta muhakeme edilmeleri, memurlar hakkında vuku bulan şikayetler adına memurun derecesi ve şikayetin çeşidine göre bir kişiyi veya üç kişilik bir heyeti tahkikata göndermesi ilk etapta akla gelen uygulamalardır.
Evet, Hz. Ömer ortaya attığı ve uyguladığı bu düzenlemelerle hem İslâmî kaide ve kurallar çerçevesinde bir idarî anlayışı ortaya koymuş, onları disipline ve sistematize etmiş, hem de kanunkural tanımayan, serâzad, başıboş yaşamaya alışmış Arap toplumuna çeki düzen vermiştir. Aynı zamanda bu uygulamalar kendisinden sonra gelecek bütün İslâm devletlerinin başvurdukları metodlar olarak hayatiyetini bugüne kadar devam ettirmiştir.
Mali Sahadaki Düzenleme
4) Devlet hayatının en önemli sahalarından biri hiç şüphe yok ki maliyedir. Bunda da gelirgider dengesinin çok çok iyi korunması gerekir ki toplumda sosyal adaletsizlikler olmasın, bu suretle meydana gelebilecek toplumsal karışıklıklara yol açılmasın. İçinde bulunduğumuz şartlar itibariyle bu durum nazara alınacak olursa, her gün değişik vesilelerle hak arayışına giren memurlar, işçiler, grevler, lokavtlar, toplantılar ve bunların meydana getirdiği kargaşa hemen her gün hepimizin gözleri önünde cereyan etmektedir. Böylesi karmaşaların yol bulup oluk oluk eve, çarşıya, pazara aktığı bir toplumda huzur bulmak da herhalde mümkün değildir. İşte Hz. Ömer, Allah Rasûlü'nün gerek Kur'ân ve gerekse sünneti ile getirip insanlara takdim buyurduğu ekonomik prensipleri sistematize etmiş ve devletin sınırları içinde uygulamaya koymuştur. Hem öyle koymuştur ki o kanunî düzenlemelerin yanı başında ahiret inancından kaynaklanan vicdanî baskıları da ruhlarında daima taze ve canlı olarak duyan İslâm teb'ası, değil devletine mal varlığının bir kısmını vergi olarak verme, hepsini vermeye dahi hazır hale gelmişlerdir. Bu çerçevede Hz. Ömer döneminde Irak ahalisinden toplanan 102.800.000 dirhem arazi vergisinin, Ziyad döneminde önce 101.500.000 dirheme,Haccac döneminde ise onun bütün zulüm ve işkencesine rağmen 20.800.000 dirheme düştüğünü hatırlatmak, sizlere bir fikir verme adına yeter zannediyorum.
Pekâlâ Hz. Ömer ne yapmıştır? Hz. Ömer önce, fethedilen yeni toprakların fetih esnasında mücahede eden mücahidlerin olmadığını, dolayısıyla bunların ganimet olarak verilemeyeceğini, şayet bu uygulama böyle devam edip giderse halkın bir kısmının çok çok zengin, bir kısmının ise alabildiğine fakir olarak kalacağını, bunun ise Kur'ân'ın ifadesiyle "malın belli ellerde dolaşması" olacağını ifade etmiş ve bu konuda sahabenin ileri gelenlerini de yanına alarak bu uygulamayı değiştirmiştir. Hz. Ömer, Haşr suresinin 6. ve 7. ayetlerini delil göstererek, fethedilen yeni arazilerde gelecek nesillerin de hakkının bulunduğundan hareketle, bu arazilerin devletin malı olduğunu söylemiş, intifa hakkını da haraç veya öşür denilen belli oranlardaki vergi karşılığında da ziraatçılık yapmak isteyenlere vermiştir. Hatta Hz. Ömer bu uygulama ile de yetinmemiş, Allah yolunda mücadele eden ordu fertlerinin yani askerlerin tarım ile meşguliyetini yasaklamıştır.
Evet Hz. Ömer'in, Irak, Mısır ve Suriye gibi İslâm toprakları içine yeni katılan yerlerdeki arazi sistemini bu şekle göre ayarlaması, topraklarının yerli ahalinin ellerinde kalmasına, vergi miktarlarının eskiye nisbetle düşük olması, vergi kaçağının azalarak gelirlerin çoğalmasına, ve hepsinden öte fetihlerin daha da hızlanmasına vesile olmuştu.Çünkü İslâm'ın bu uygulamasını duyan ve baştaki idarecilerin zulümlerinden bıkan zavallı fakir halk, İslâm ordularının bir an önce kendi ülkelerini fethetmelerini beklemeye başlamış, nitekim İslâm orduları da gittikleri bu yerlerde karşılarında sadece kral ve ordusunu bulmuş, halk tabakasından destek görmüşlerdir. Mesela, Mısır'da Kıbtî çiftçiler Romalılara karşı Müslümanlara yardım etmişlerdir.
Netice itibariyle; İslâm'ın 14 asır önce getirmiş olduğu devlet hayatına ait bu malî hükümler, Hz. Ömer gibi kılı kırk yararcasına yaşayan ve uygulayan bir şehsuvar bulunca, maşerî vicdanda Hıristiyan, Yahudi hatta müşrik de olsa kabul görmüştür.
5) Adalet bugünkü nesillerin tam anlamıyla hayatın hiçbir kademesinde tatbikini görmedikleri, göremedikleri ama görmeyi de çok arzuladıkları bir kavram. Hz. Ömer döneminde adalet ise, çoklarınınmü'min olsun, kâfir olsun o şekliyle tahakkukunu beklemedikleri ve kimsenin gözünün yaşına bakmadan kılı kırk yararcasına hayatın her sahasında tatbik edilen müşahhas bir olgudur. Evet, "Adalet mülkün esasıdır" Hz. Ömer'e isnad edilen bir sözdür ki Ömer (ra) hayatında bu çizginin dışına bir an için bile olsa hiç çıkmamıştır. Onun içindir ki aradan 1415 asır geçmiş olmasına rağmen bugün hâlâ daha Hz. Ömer denilince, önce adalet kavramı akla gelir.
Daha önce bahsetmiştik, aslında Hz. Ömer'in hayata tatbik ettiği İslâm'ın adaletidir. Ama çokları bunu bir zühul eseri olarak Hz. Ömer'e mâl etmiştir. Gerçi, bunu yapanları affettirecek, adalet alanında çok uygulaması vardır Hz. Ömer'in. Fakat buna rağmen işin gerçek veçhesinin de hatırlardan uzak tutulmaması gerektiği kanaatini taşıyoruz.
Roma Hukuku ve İslâm Hukuku Mukayesesi
Hz. Ömer, İslâmî gelişimin tarihî seyri içinde adalet mekanizmasını kurumsallaştırmış, kadılık müessesesini kurmuş, vilayetlere bizatihi kendisi hakimler tayin etmiş, muhakeme usulü hakkında
fermannameler neşretmiştir. Hatta söz buraya gelmişken sizlere Romalılardanbahsedelim. Romalılar M. Ö. 451 yılında Yunanistan'a bir heyet gönderip 12 maddelik bir kanun mecmuası hazırlatmış ve bu maddeler kurşun levhalar üzerinekazınarak Roma'da teşhir edilmiştir. Öyle ki bu mecmua Romalılara göre çok feylesofların yazılarından daha kıymetlidir. Şimdi bir o kanun maddelerini, bir de Hz. Ömer'in neşr ve ta'mim ettiği fermanı arka arkasına iktibas ederek, bu konuda verilmesi gerekli olan hükmü siz okuyucularımıza bırakalım.
a) Mahkemeye çağrıldığınız zaman muhalifiniz ile beraber derhal geliniz.
b) Dava edilen kişi davaya icabet etmezse onu zorla celbetmek için şahidlerinizi gösteriniz.
c) Dava edilen firar etmeye yeltenirse, onu zorla tutabilirsiniz.
d) Dava edilen hasta veya çok ihtiyar ise, mahkemeye gelmesi için ona vasıta veriniz. Aksi halde mahkemeye gelmeye icbar edilemez.
e) Dava edilen bir kefil gösterirse, onu bırakmamalısınız.
f) Zengin kişinin kefili ancak bir zengin kişi olabilir.
g) Hakim iki tarafın mutabakatı ile dava hakkında karar verir.
h) Hakim bir davayı sabahtan öğleye kadar dinler.
ı) Hüküm öğleden sonra tebliğ edilir.
i) Güneş battıktan sonra mahkeme faaliyetini tatil eder.
j)Tarafeyn davalarını hakeme tevdi etmek isterlerse, kefalet vermelidirler.
k) Şahid göstermeyen davacı, davasını dava ettiği kişinin evinin önünde bağırarak anlatır.
İşte Avrupa'nın iftihar ettiği Roma Devleti'nin kanunları..!
Hz. Ömer'in fermanı ise;
"Allah'a hamdolsun. Şunu bil ki adalet mühim bir mükellefiyettir. Huzurunda, refakatinde ve kararlarında halka eşit muamele et ki, zayıf olanlar adaletten ümitlerini kesmesinler, yüksek mevkide olanlar da kayırılmayı ümit etmesinler. İspat mükellefiyeti davacıya aittir. İnkar edene yemin etmek düşer. Gayri meşruu meşru; meşruu gayri meşru kılmamak şartı ile uzlaşmak caizdir. Mütalâa ettikten sonra (eğer evvelki kararın hatalı görünüyorsa) seni dünkü kararını değiştirmekten hiçbir şey menetmesin. Şüphede olduğun bir mesele hakkında Kur'ân veya Peygamber (sas)'in sünnetinde bir şey bulamadığın zaman, meseleyi tekrar tekrar düşün. Emsaller ve benzer vakaları tefekkür et ve kıyas yaparak karar ver. Şahit göstermek isteyen şahıs için bir vade tespit edilmelidir. Eğer davasını ispat ederse, onun hakkını ver. Aksi halde dava reddedilmelidir. Dayak cezasına çarptırılmış, yalancı şahitlik yapmış, miras ve nesepte şüpheli kişiler hariç bütün Müslümanlara (şahitlik için) güvenilir."
Şiblî Numanî, bu fermanı naklettikten sonra maddeler halinde şu değerlendirmeyi yapıyor:
a) Bir hâkim işgal ettiği mevki itibarı ile, herkese eşit muamele etmelidir.
b) İspat külfeti bir kaide olarak müddeiye aittir.
c) Dava edilenin ispat veya şahitleri yoksa, yemin ettirilmelidir.
d) Bir davada taraflar uzlaşabilirler, şu şartla ki bu uzlaşma kanuna muhalif olmamalıdır.
e) Kadı kendi iradesi ile verdiği hükmü tadil edebilir.
f) Bir davaya bakmak için bir tarih tayin edilmelidir.
g) Dava edilen muayyen günde isbatı vücut etmezse hakkında gıyaben karar verilebilir.
h) Kanunen hüküm giymemiş ve yalancı şahitlik yapmamış olan her Müslüman şahitlik yapabilir.
6) İlahî ve beşerî bütün sistemlerde, sistemi korumaya ma'tuf ceza hükümleri vardır.
İslâm da bir sistem olarak ceza hukukunu bünyesinde barındırmaktadır. Şu kadar var ki, gerek suç yollarının kapatılması, gerek şayet suç işlendi ise suçceza arasındaki münasebetleri,gerek suçluya davranış şekilleri veya suçun isbatı vb. birçok yönden İslâm, sair sistemlerden farklılık arz eder. Fakat her şeye rağmen suç işlendi, suçlu yakalandı ve mesele şu ya da bu vesile ile hâkime arzedildi ise, artık bundan geriye dönüş bahis mevzu değildir. Suçlu kim olursa olsun, hadisin beyanına göre Peygamber'in kızı bile olsa cezasını görecektir.
İşte Hz. Ömer, bu bağlamda İslâm Ceza Hukuku'nun getirmiş olduğu prensipleri de sistematize ederek, onların hayata tatbiki hususunda, sair meselelerde olduğu gibi tabir caizse altyapı çalışmalarını yapmıştır. Mesela bu konuda zabıta müessesesi teşkil etmiş,onlara yetkiler vermiş, ilk hapishaneyi kurmuştur.
Askerlik Sistemindeki Düzenleme
7) İslâm gerek getirmiş olduğu umumî hükümler ve gerekse müntesiplerine mükellefiyet olarak yüklemiş bulunduğu ahkâm itibariyle, herbir ferdi her an düşman kuvvetleriyle savaşa hazır halde bulundurur. Bu itibarla İslâm'da her ferd hazır asker veya bütün Müslümanlar hazır ordu demektir. Fakat takdir edersiniz ki tamamıyla iman, aşk, şevk, ahiret iştiyakı, cennet arzusu, şehid olma heyecanı, cemalullahla buluşma isteği.. gibi manevî değerler üzerine kurulmuş bu cihad müessesesinin, insanı dünyaya bağlayabilecek umdelerin çoğalması nedeniyle bu özelliklerin kaybedilmesi ve tabii ki bunun sonucu olarak cihad düşüncesinin akamate uğrayıp, Müslümanların
düşman güçler önünde yenilmesi daima bahis mevzu olabilir. Onun için hayatın sair ünitelerine getirilen düzenlemeler gibi, bu askerî üniteye de bir düzenlemenin getirilmesi şart ve elzemdir. Zaten İslâm'ın savaş hukuku adına getirmiş olduğu hükümler, bunu sistematize etmek için büyük kolaylıklar sağlamaktadır. Buna bir de mü'minlerin hazır ruh hallerini ve İslâm'ın Hz. Ömer döneminde ulaşmış olduğu seviyeyi de katarsak, meselenin çok rahatlıkla halledilebilecek olduğu meydana çıkacaktır.
O ve sistemli bir ordu kurmak için girişimlerde bulundu. Bütün Müslümanları nüfussayımı yaptırarak kütüklere kaydetti. Eli silah tutabilecek konumda olanlarıtesbit etti. Ordu merkezleri için stratejik hüviyete sahip yerler ayarlayıp, oralara kışlalar yaptırdı. Ordu teçhizatı için gerekli olan mekanlar inşa etti. Mesela, Medine'de 32 bin atı bünyesinde barındıran ağıllar yaptırdı. Ayrıca bu büyük merkezlerin yanı başında, belli mesafelere askerî konaklar ilave etti. Askere almalarda yeni düzenlemeler yaparak, İran, Rum, Hind ve Yahudileri de orduya asker olarak kabul etti. Ve askerlerin daha önce de değindiğimiz gibi başka işlerle meşgul olmaması için onlara yüklü maaşlar verdi.
Hz. Ömer'in Devlet Sistemi
8) Hz. Ömer'in devlet sistematiğine ait yaptığı düzenlemelerin en başında belki de kurmuş olduğu divan teşkilatı gelir.
Divan teşkilatının kurulma gerekçesine ait kaynaklarımız genelde birbirine yakın malûmat vermektedir. Şöyle ki; daima ilerleme kaydeden fetihlerle İslâm devletinin gelirleri gün geçtikçe artmaktaydı. Eskiden çok dar çapta ve az miktarda Efendimiz (sas) veya Hz. Ebu Bekir'de toplanan gelirler (humuscizyeharaç) Medine'de bulunan Müslümanlara evlilere iki, bekarlara bir hisse olmak üzere dağıtılıyordu. Hz. Ömer zamanında ise bir yandan gelirler alabildiğine artmış, öte taraftan İslâm teb'ası da çoğalmış ve gün geçtikçe de çoğalıyordu. İşte bu aşamada Hz. Ömer, bazı teklifleri değerlendirerek divan teşkilatını kurmuştur. Bu divan'a Müslüman teb'anın çolukçocuk ayırt etmeksizin adını yazdırmış, daha sonra da devlet hazinesinde biriken gelirleri yılda bir defa "atiyye" adı altında dağıtmıştır.
Hz. Ömer zamanında devlet gelirleri şu kalemlerden oluşmaktaydı:
1) Humus: Savaş sonucu elde edilen ganimetlerin beşte bir hissesi demektir ki, hazinede toplanır ve ümmetin ihtiyacı olan kalemlere harcanırdı.
2) Fey: Bu da Hz. Ömer'in gayri müslimlerden alınan çeşitli vergilerin toplamına verilen bir addır. Yani cizye, haraç, ticaret malları vergisi gibi.
Hz. Ömer burada biriken gelirleri Efendimiz ve hassaten Hz. Ebu Bekir döneminden çok farklı olarak Müslüman halka eşit olarak değil de İslâm'a girişleri, göstermiş oldukları yararlılıklar veya Hz. Peygamber'e yakınlık gibi hususları önde tutarak belli bir sıralama içinde dağıtmıştı. Hz. Ömer "Ben Rasûlullah'a karşı savaşanlarla, Rasûlullah'ın safında düşmanlara karşı savaşanları bir tutmayacağım" demekte ve bu tasnif ve tertibe göre yıllık hisseleri ayarlamaktadır. Mesela, Hz. Âişe'ye oniki bin, Efendimiz'in sâir hanımlarına ise onar bin dirhem, Bedir Savaşı'na katılanlara beşer bin dirhem.. sırasıyla tahsis etmiştir.
Bu atiyye adı altında dağıtılan yıllık para dağıtımında listelere yeni doğmuş çocukları ve mevâlî (âzâd edilmiş köle)leri de dahil etmesi dikkate şayan bir husustur.
Bunun yanı sıra Hz. Ömer, ister köle, ister erkekkadın, isterse mevâlî olsun, herkese aylık yiyecek verilmesini de kararlaştırmış, bu hususta ortalama bir ölçü vaz'ederek, o miktar üzerinden erzakları aylık olarak dağıtmıştır.
Kısa kısa tarihî bilgiler ışığında sunmaya çalıştığımız bu bölümü de bitirirken, bu konuda nerdeyse müstakil eserdenilebilecek Ebu Ubeyd'in Kitabu'lEmval'ini ilgilenenlere hatırlatmadangeçemeyeceğiz. Evet, Kitabu'lEmval her ne kadar, Hz. Peygamber ve Hulefâi Râşidîn dönemindeki iktisadî gelişmeleri ele alan bir kitap ise de, yazarın da girişinde belirttiği gibi, adetâ Hz. Ömer devrinin iktisadî gelişmelerini anlatan bir kitap görünümündedir. Onun için mevzu ile ilgili geniş bilgi edinmek ve araştırmalar yapmak isteyenlere Ebu Ubeyd'in söz konusu eseri yanında, Ebu Yusuf'un Kitabu'l Harac'ına bakmalarını tavsiye ederiz.
Takdir edersiniz ki Hz. Ömer'in 10 yıllık hilafeti boyunca devlet sistematiğine ait getirmiş olduğu düzenlemeleri Aşerei Mübeşşere'yi konu alan bir kitap çerçevesi içinde hepsini kaydetmemiz, değerlendirmelerde bulunmamız, uygulamalardan misaller vererek meseleyi mücerred olmaktan çıkarıp müşahhas hale getirmemiz zordur. Evet, sadece Beytülmâle ait düzenlemeleri adına doktora tezlerinin yapıldığı, bu konuda kitapların yazıldığı nazara alınacak olursa, yukarıda ifade ettiğimiz hükmün doğruluğunu zannediyorum sizler de tasdik edersiniz. Onun için Hz. Ömer'in 7 madde içinde kaydettiklerimizin dışında sistematize ettiği meselelerin
bazılarını maddeler halinde yazarak bu faslı kapatıyoruz.
1) Fetva meselelerini belli bir düzene koyarak ifta' müessesesi diyebileceğimiz bir müessese kurmuştur.
2) Şehirlerin imarı için yapılacak şeyler yine standardize edilmiş ve bugünkü anlamda bir bayındırlık müessesesi kurmuştur.
3) Basra, Kûfe, Fustat, Musul ve Cizre gibi şehirler onun zamanında kurulmuştur.
4) İslâm'ın tebliği, Kur'ân'ın tanzimi, onun o çok geniş alanda öğretilmesi, bunun için öğretmenlerin tavzifi, hadis, fıkıh gibi ilimlerin bir mânâda tedvin ve tedrisi, ihtiyaç duyulan yerlere yeterli sayıda cami inşası, Mescidi Nebevî'nin gelişen şartlar çerçevesinde genişletilmesi gibi dinî işlere ait şeyler de yine teessüs ettirilen bir teşkilatın gözetimi altında yapılmış ve yaptırılmıştır.
5) İslâm'ın yayılması ve genişlemesi neticesi muhatap olunan Müslüman olmayan yeni kitlelere yani zimmîlere ait kanunî düzenlemelerin yapılması da yine O'nun dönemine rastlar.
6) Hz. Peygamber zamanında vâki olmayan ve dolayısıyla hükmü bilinmeyen yeni meselelere karşı tavır belirleme, onlara Kitap ve Sünnet çerçevesinde hükümler verme, yine Hz. Ömer'in riyaseti altında yapılan düzenlemelere göre belirlenmiştir. Yani ashabın hemen hemen bütününün katıldığı meşveret meclislerinde meseleler enineboyuna tartışılmış, içtihad edebilecek konumda bulunup yeterli bilgiye sahip olan insanlar görüşlerini müdellel bir şekilde beyan etmişler böylece meseleler vuzuha kavuşmuştur. Bu dönemde takip edilegelen bu ve benzeri metodlar sonraları bir sistem olarak vaz'edilmiş ve o gün bugün ümmeti Muhammed'in yanılmaz ve yanıltmaz bir rehberi gibi başvuru kaynağı olmuştur.
d. İdareci Olarak Hz. Ömer
İdarecilik bir anlamda Allah vergisidir.
Yaratılıştan verilen kabiliyetlerle yani vehbî olan istidatlarla, insanda boy
gösteren ve şartlarını bulduğunda da açığa çıkan bir özelliktir idarecilik. Her
ne kadar onun okulu, mektebi, medresesi bulunsa da, daha öncekilerin tecrübelerinin kaydedildiği kitaplar ders olarak okutulsa da, bunlar sistematize edilip kanunlar, yönetmelikler.. halinde idarecilerin eline verilse de, şayet bir insanda vehbî olarak idarecilik vasfı yoksa, kesben elde ettikleri bu bilgilerin idareci konumunda bulunanlara çok faydası olacağı kanaatinde
değilim. Ama vehbî olan istidat ve kabiliyetler, işte bu bilgilerle desteklenirse o zaman da mükemmel bir idareci olunabileceği kanaatini besliyorum.
Evet, idare edilecek olan insandır.
İnsanı idare etmek ise insanlık tarihi buna şahittir yılanları, çıyanları, aslanları idare etmekten çok daha zordur. Zira insan mahiyeti itibariyle âlayı illiyyînden, esfeli sâfilîne kadar yani melekleri geride bırakabilecek seviyelerden, şeytanları geride bırakabilecek derekelere düşebilecek bir konumdadır. Ve işte mahiyeti böylesine karışık insanı idare etmek alabildiğine güçtür. Allah Rasûlü (sas) bile "Allah beni farzlarla emrettiği gibi insanları idare etmekle de emretti" (Kenzû'lUmmal, 3/407 Hd. No: 7168) buyurarak bu küllî hakikate parmak basar.
Şimdi Hz. Ömer'e gelince; Hz. Ömer doğuştan idarecilik potansiyeline sahip bir insandır. Bu insan Hz. Muhammed (sas) gibi bir pîşuvânın eline düşüp, O'nun ocağında yaklaşık 1819 yıl pişince ve bunlar ilahî sistem İslâm'ın kanun ve kuralları ile çerçeve altına alınınca,karşımıza 14 asırdan bu yana dostdüşman herkesin takdir ettiği ve takdir etmek zorunda kaldığı bir Hz. Ömer çıkmıştır. Nitekim kendisi hilafetle alâkalı bir sözünde şöyle diyor: "Kendinde dört vasıf bulunmayan bir kimsenin bu işi yüklenmesi doğru değildir. O dört vasıf; gevşeklik derecesinde olmayan yumuşaklık, hırçınlık derecesinde olmayan sertlik, cimrilik derecesinde olmayantutumluluk ve israf derecesinde olmayan cömertlik. Bu dört vasıftan birisi insandan düşerse, diğerleri de bozulmuş olur."
Evet, Hz. Ömer idare edilen insanların başındaki idarecilerde görmek istediği hemen bütün vasıflara sahip birisiydi.
Evvela o, bu kadar geniş coğrafyaya sahip bir devletin lideri olarak, gayet sade bir hayat sürdürüyordu. Giyim kuşamından yeme ve içmesine, yaşadığı mekandan mal varlığına varıncaya kadar Hz. Ömer, deve çobanlığı yaptığı dönemlerdeki gibi sade durumunu devam ettiriyordu. Yani ne hazinelerin ağzına kadar dolu olması, ne İslâm devletinin sınırlarının alabildiğine genişlemesi,
ne Bizans ve Fars imparatorluklarının yerle bir edilerek İslâm'ın yegâne güç haline gelmesi ve Hz. Ömer'in bu işin başı olması, onda zerre kadar bir değişiklik yapmamış ya da yapamamıştı. Yani dünya bütün yönleri ve bütün cazibesi ile Hz. Ömer'in yüzüne gülmesine rağmen o bunlara iltifat etmemişti.
Tabii ki bu hal, hele hele Bizans'ı, Fars'ı ve İslâm öncesini bilen halk üzerinde tesirini icra ediyor ve durum ma'şeri vicdanda hüsnü kabulle kaşılanıyordu.
Pekâlâ ne yapıyordu Hz. Ömer? Ne yapıyordu ki halkın gönlüne taht kurabiliyordu? Birkaç misali teferruatıyla bazılarını da satır başlıkları halinde sıralayalım:
1) Hz. Ömer, teb'a ve raiyyetine karşı alabildiğine vefalıydı. O, ölümle pençeleştiği devrelerde "Ebû Ubeyde hayatta olsaydı, yerime onu tavsiye ederdim" dediği canciğer arkadaşı, ümmetin emini Ebu Ubeyde'yi, hilafeti döneminde vuku bulan Amvas'taki veba salgını sırasında ziyarete gitmiş, daha sonra Abdurrahman b. Avf'ın "Bir yerde veba çıktığını duyarsanız, oraya adımınızı atmayın; bulunduğunuz yerde veba başgösterirse, o zaman oradan çıkmayın." (Buhârî, Tıp, 30) hadisini hatırlatması üzerine arkadaşını ziyaret edemeden gönlü ve kalbi buruk, hicran ve hasret içinde geri dönmüştü.
Hz. Ömer, cemaati ne kadar kalabalık olursa olsun, arkasında saf bağlayanları tanır, birisini birkaç gün göremeyince derhal onu sorar, arar, araştırırdı. Nitekim bir gün daimî olarak cemaate gelen ismini bilemediğimiz bir genci arkasında görememiş, öldüğünü söylediklerinde de koşa koşa mezarına giderek onu ziyaret etmiştir.
Hz. Ömer, bazen tebdili kıyafet bazen de o yalın ve sade haliyle Medine'yi köşebucak dolaşır, halkın rahatını temin için geceleri bekçilik yapar, muhtaç ve muztar olanların yardımına bizatihi kendisi koşardı.
Hz. Ömer, kendi nefsi, aile ve akrabalarından önce teb'a ve raiyyetini düşünürdü. Onlara karşı vefakâr ve fedakârlığın zirvesinde denebilecek bir hasletle davranması, Ömer'i Hz. Ömer yapan hususların başında gelir. Buna ait bir rivayeti Hz. Enes anlatıyor:
"Bir gün Hz. Ömer'in karnı açlıktan guruldamıştı. Bu kıtlık senesinde
oldu. Kendisi sadece zeytin yiyerek açlığını gideriyordu. İşte o an Hz. Ömer
parmağıyla karnına dürterek 'Gurulda bakalım. Zira insanlar refaha kavuşuncaya kadar yanımızda sana verecek ondan başka bir şey yok' dedi."
Bu faslı Muaviye b. Hadic'in rivayet ettiği şu vak'a ile bitiriyoruz:
"Amr b. elÂs (ra) beni İskenderiye'nin fethi sebebiyle Ömer b. elHattab (ra)'a gönderdi. Öğle vakti Medine'ye vardım, bineğimi mescidin kapısının önüne bıraktım. Sonra mescide girdim.Birden Ömer'in (ra) evinden cariye çıktı ve beni yolcu kıyafetimle gördü ve hemen geri döndü. (Hz. Ömer'e) 'İcabet buyurun ey mü'minlerin emiri!' dedi.
Ömer; 'Ey cariye! Yiyecek bir şeyler var mı?' dedi. Cariye ekmek ve beraberindebiraz yağ getirdi. Ömer: '(Buyur) ye!' dedi. Ben de sıkıla sıkıla yedim. Ömer 'Ye! Ye! yolcu yiyecekten hoşlanır' dedi. Ben sıkıla sıkıla onu da yedim. Sonra Ömer 'Ey Muaviye' mescide geldiğin vakit kendi kendine ne dedin?" diye sordu. Ben de "Mü'minlerin emiri herhalde kaylûlede diye düşündüm" dedim.
Ömer: "Ne diyorsun sen? (veya ne kötü zannetmişsin). Şayet ben gündüz uyuyacak olursam, halkımı zayi ederim; ve eğer gece uyursam bu sefer de kendimi zayi ederim. Bu ikisi var iken, nasıl uyunur ey Muaviye." dedi.
2) Hz. Ömer'in alçakgönüllülüğü, insanlar içinde insanlardan biri gibi davranabilmesi, onu yücelten vasıfların başında gelir. Mesela o, herkesin kendisine gıpta ile baktığı bir konuma sahipti. Bir kerre senelerce Allah Rasûlü'ne arkadaşlık etmişti. İslâm'a en zor dönemlerinde sahip çıkmıştı. Hakkında Efendimiz tarafından söylenen onlarca hadis vardı. Ve hepsinden öte İnsanlığın İftihar Tablosu tarafından cennetle müjdelenmişti.
Evet, bütün bu vasıflarına rağmen hâlâ o, münafık olmaktan endişe ediyor, bunun için Allah Rasûlü'nün ümmeti içindeki münafıkların adlarını söylediği Hz. Huzeyfe'yi daima sıkıştırıyordu. Yine o, Efendimizin "Üveysü'lKarnî"yi görürseniz, kendisinden dua talep edin" hadisine dayanarak Yemen'e gittiğinde ondan dua taleb edebilmek için Üveysü'lKarnî'yi yana yakıla arıyor ve arattırıyordu. (Müslim,Fedailü'sSahabe, 223225)
"İdareci olarak Hz. Ömer" diye adlandırdığımız bu bölümü kapatmadan evvel neden bu başlığı verdiğimizin hakkında mütalâalarımızı serdetmek istiyoruz. Hz. Ömer halife olduğunda bu göreve getirilmeden önceki vasıflarını aynıyla muhafaza ediyor, hatta halifelik vazifesinin üzerine yüklediği mükellefiyetin ağırlığından dolayı da bunları daha bir hassasiyetle yaşıyordu. Zaten Hz. Ömer gibi birisinden de böylesi beklenirdi. O bir gün kızının "Ey emire'lmü'minin! Sen üstündekinden biraz daha yumuşak bir elbise giysen, şimdiki yemeğinden daha bir has yemek yesen olmaz mı? Allah geniş rızıklar vermiş, her şey boldur." Demesi üzerine "Sana soruyorum. Hz. Peygamber'in çektiği hayat sıkıntısını hatırlamıyor musun?" dedi ve ardından bu soruyu o kadar çok tekrar etti ki Hz. Hafsa ağlamaya başladı. Peşi sıra "Vallahi bir daha böyle söylemeyeceksin. Bilmez misin eğer ben güç yetirseydim, Peygamber ile Ebu Bekir'in şiddetli yaşantısının benzerinde ortakları olacağım. Umulur ki ben bu şiddetli hayatı yaşamak suretiyle geniş bir hayata vâsıl olabileyim."
diyen bir insandır Hz. Ömer. İşte biz Hz. Ömer'in bu ve buna benzer sayfalarca kaydı devam edebilecek idarecilik döneminde cereyan eden olaylarından dolayı bu başlığı atmayı uygun gördük.
Evet, Hz. Ömer haramlardan alabildiğine sakınan, halife olduğunda beytülmalden kifafı nefs miktarında maaş alan, misk ve amberlerin tartı ile taksiminde hanımı Atike'ye tartı esnasında elini yüzüne sürer de bu suretle o hissesine düşenden daha fazla alır diye endişe eden,mescide taksim olunmak üzere getirilen dünya malı karşısında hıçkıra hıçkıra ağlayan ve "Bu var ya bu, Allah'a yemin olsun ki, bunun verildiği hertoplumun arasına düşmanlık ve buğz girmiştir." diyen, yanına gelip aşırı yemek yiyen bir heyete "Eğer isteseydim ben sizin yediğiniz gibi güzel yemekler yapıp yiyebilirdim. Fakat biz, dünyamızı ahiretimize bırakıyoruz." diyerek onların yüzlerini ahirete çevirmeye çalışan, yine aynı yörüngede oğlu İbni Ömer'in "Çocuklarım et istiyor, onlara et almak istiyorum." sözüne "Demek canınız ne zaman neyi isterse siz onu hemen alıyorsunuz! O zaman sizin için; "Siz bütün zevklerinizi dünya hayatında bitirip tükettiniz." ayetinin hükmü nerede kalır?" diyerek karşılık veren..
evet bu ve buna benzer nice vasıflarıyla örnek bir insan, örnek bir Müslüman, örnek bir idareci hüviyeti sergileyen Hz. Ömer'e canlar kurban. Rabbim bizleri onun şefaatine nail olan kullarından eylesin.
9. Hakkında Vârid Olan Hadislerden Bir Demeti
Allah Rasûlü (sas) peygamberliğin kendisine bahşettiği fetanet, basiret ve firasetin ötesinde insanî meleke ve tecrübeleri ile cahiliye döneminde Hz. Ömer'i keşfetmiş ve onun Müslüman olması için dua dua Rabbine yalvarmıştı.
Zaten Hz. Ömer de sergileyegeldiği bir hayat ile böylesi iltifatlara mazhar olması gerektiğini bir kanaatı râsihe halinde 14 asırdan bu yana bütün inananlara kabul ettirmiştir. Evet, o bir gün Hacerü'lEs'ad karşısında "Biliyorum ki, sen bir taşsın; fayda da vermezsin, zarar da. Eğer Rasûlullah'ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim." (Buharî, Ahkâm, 51) diyerek aklına, mantığına rağmen Rasûlü Ekrem'e bağlılığını isbat eden bir kamettir. O Allah Rasûlü'nün evinin içindeki sadeliğinden dolayı hıçkıra hıçkıra ağlayan, bu suretle Nebiler Serveri'nin vücudunda hasırın iz bırakması karşısında duygu ve düşüncelerini açığa vuran, cihanın başına taç büyük bir velidir. (Buharî, Tefsiri'sSure,66,2; Müslim, Talak, 31) O, umre yapmak için Nebiyyi Ekrem'den izin alırken "Kardeşim, duana bizi de ortak et" (Ebu Davut, Vitr, 25; İbn Mace,Menâsik, 5) taltifi ile şereflenen ve bu taltifi ömrünün sonuna kadar başında bir taç, tacında bir sorguç olarak taşıyan firasetin, mantığın, dehanın temsilcisidir. O, Usame b. Zeyd'e daha fazla maaş vermesi karşısında, oğlunun"Babacığım Usame'den benim ne eksik yanım veya onun benden ne fazlalığı var ki, ona daha fazla maaş veriyorsun?" sorusuna "Oğlum, onun senden fazla olan tarafını veya senin ondan eksik yanını bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var; o da Allah Rasûlü onun babasını senin babandan ve Üsame'yi de senden daha çok seviyordu." cevabını vererek Nebiler Serveri'ne her şeye rağmen bağlılığını izhar eden muhteşem bir dimağdır.
İşte bu ve bunun gibi yüzlerce yüce ve yüksek vasıf sahibi, küfre karşı bükülmez kol, bükülmez bel ve temenna durmaz kamet karşısında Allah Rasûlü de, onun gerçek veçhesini lal ü güher gibi beyanları ile bize bildiriyor. Buyuruyor ki Söz Sultanı, bu hafıza dahisi, idarî ve siyasî deha için;
1) "Güneş, Ömer'den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı." (Tirmizî, Menakıb, 18)
2) Allah, hakkı Ömer'in diline ve kalbine koydu. (Ebu Davut, Haraç, 18)
3) Yüksek derece sahiplerini onların altında olanlar görür. Tıpkı sizin semanın ufkunda doğan yıldızı görmeniz gibi. Ebu Bekir ve Ömer onlardandır. (Tirmizî, Menakıb, 17)
4) "Benden sonra peygamber olsaydı,bu Ömer olurdu." (Tirmizî, Menakıb, 18)
5) "Ümmetim arasında mülhemun (ilham olunan) vardır. Eğer bu bir kişi ise bu Ömer b. Hattab'dır. (Tirmizî, Menakıb,18)
Allah Rasûlü'nün, Hz. Ömer'le ilgili beyan buyurduğu hadisler için, hadis kitaplarının Fedailü'sSahabe ve Menakıb bölümlerine bakılabilir.
10. Hz. Ömer'den Seçmeler
Bu bölümde hiçbir yorum yapmaksızın,sadece ve sadece Hz. Ömer'in bazı sözlerini iktibas ederek, onun düşünce ufkunu gözler önüne sermeye çalışacağız.
1) Ahnef'e; "Ey Ahnef! Kimin gülmesi çok olursa, heybeti azalır. Kim (biriyle) alay ederse, kendisiyle de alay edilir. Kim bir şeyi çokça yaparsa, (o kişi) onunla bilinir. Çok konuşan kimsenin çok sakatatı olur. Çok sakatatı olan kişinin hayası azalır. Hayası az olan kişinin verâsı da azalır. Kimin de verâsı az ise, artık onun kalbi ölmüştür.
2) Valilerine; "Sizi saltanat sürmek, tahakküm ve tecebbür etmek için tayin etmedim. Siz hidayet rehberi olacaksınız, herkes size uyacaktır. Binaenaleyh Müslümanların hukukunu temin ediniz. Müslümanları dövmeyiniz ki, zillete duçar olmasınlar. Onları haksız yere övmeyiniz ki şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki,güçlüler zayıfları yemesinler. Kendinizi Müslümanlara üstün görmeyiniz ki zulme duçar olmasınlar."
3) "Her şeyde teennî ile hareket etmek lazımdır; ancak âhiret işleri bundan müstesnadır."
4) "İlmi öğrenin. İlim, hilm ve vakarı da belleyin. Kendisinden ilim taleb ettiğiniz kimselere karşı mütevazı olun ki sizden ilim taleb edenler de size karşı mütevazı olsunlar. (Sakın) zorba âlimlerden olmayın. İlminiz, cehaletinizle beraber kaim olmaz."
5) "Kur'ân'a kap, ilme kaynak olunuz. Allah'dan günlük rızkınızı isteyiniz. Günahlardan pişmanlık duyan kimselerle oturup kalkın. Zira onların kalbi her şeyden yücedir. Allah'dan korkan kimse, öfkesinin arkasına düşmez ve her arzu ettiği şeyi yapmaz, âhiret olmasaydı dünyayı bu şekilde görmezdiniz."
11. Vefatı
İnsanlık tarihine mal olmuş nice şahıslar vardır ki onların ölümleri aradan yıllar hatta asırlar geçse de hep gözyaşları ile, hep hicran esintileri ile hatırlanmış ve anılmıştır. Hz. Ömer de bunlardan birisidir. Üstelik Hz. Ömer'in menfur bir suikast neticesi şehid edilmesi de bu hicrana ayrı bir derinlik katan husustur ki, onun ölümünden bugüne, aradan 14asır geçmiş olmasına rağmen hâlâ bu menfur olay, ehli imanın yüreğini dilgir etmekte, gözyaşlarının pınarlarının akmasına sebep olmaktadır.
Hz. Ömer, vefatına çok az bir süre kala, bir gün çarşıda gezinirken Muğire b. Şube'nin Ebu Lü'lü denilen kölesi ile karşılaşır. Ebu Lü'lü, efendisinin kendisine fazla miktarda vergi yüklediğinden şikayet eder. Ve sonra aralarında şu konuşma geçer:
Ödediğin vergi ne kadardır?
Günde iki dirhem.
Ne işle meşgulsün?
Marangoz, demirci ve nakışçıyım.
Öyleyse bu vergi çok değildir. Ayrıca sen "İmkânım olursa rüzgarla çalışan bir değirmen yapıyorum." demişsin doğru mu?
Evet, doğru. O halde bana öyle bir değirmen yap.
Bir gün senin için yel ile çalışan bir
değirmen yapacağım, doğuda ve batıda dillere destan olacak.
Bu konuşmanın ardından daha bir gün bile geçmeden, ertesi gün sabah namazında Ebu Lü'lü ilk saflar arasından sıyrılarak, yenine sakladığı iki başlı bir hançeri Hz. Ömer'e saplamaya başlar. Altı hançer darbesi vuran Ebu Lü'lü bunlardan birini o koca halifenin göbeğinin altına isabet ettirir. Zaten Hz. Ömer'i de öldüren bu darbedir. Hz. Ömer yaralarından kan akar vaziyette evine götürülür. Bir ayılıp bir bayılan ve ölüm helecanları içinde ömrünü tamamlamaya çalışan Emirü'lMü'minin ayıldığında namazı kılmadığını hatırlar ve "Namazı terk edenin İslâm'dan nasibi yoktur."sözünü sık sık tekrar eder.
Ayrıca kendi katilinin kâfir bir köle olduğunun bildirilmesi karşısında da "Benim ölümümü, iman sahibi olduğunu ileri süren ve bir kere olsun secde etmiş olan kimsenin eliyle kılmayan Allah'a hamd olsun." der.
Hz. Ömer, hançerleme olayından tam 3 gün sonra vefat etmiştir. Bu üç gün içinde cereyan eden olaylar arasında herhalde en önemlisi kendinden sonra halifenin tesbiti adına yaptığı tavsiyelerdir. Bu safhanın tarihî boyutunu İslâm Tarihi kitabından birlikte takip edelim:
Hz. Ömer aldığı yaralardan dolayı ağırlaşınca kendisinden yerine bir halife bırakması istendi. Önce tereddüt etti. Sonra Hz. Ebu Bekir'i kastederek, "Halifeyi en iyi seçen o idi" dedi ve Rasûlullah'ı kastederek de, "Arkada halife bırakanların en hayırlısı da O idi" dedi ve şöyle devam etti: "Eğer Ebû Ubeyde sağ olsaydı onu seçerdim. Çünkü Allah, onu niçin seçtiğimi bana sorunca, Rasûlullah'ın onun için, "Bu ümmetin güvenilir adamı" dediğini duyduğumu söylerdim. Ebû Huzeyfe'nin azatlısı Salim sağ olsa onu da seçerdim. Şayet Rabbim niçin onu seçtiğimi sorarsa, Rasûlullah'ın onun için, "Salim, Allah'ı en çok seven kimsedir" dediğini duydum diye hesap verirdim" dedi. Sonra bir Müslüman, "Abdullah b. Ömer (Hz. Ömer'in oğlu) için ne dersiniz?" diye sorunca Hz. Ömer, "Allah hayrını versin! Karısını boşamaktan aciz birini nasıl halife seçerim?" dedi.
Hz. Ömer ailesine hitaben, "İslâm ümmetinden bir ferdin davacı olması halinde, ailemden bir kişinin Allah'a hesap vermesi kafidir. Yaptığım işlerde ailemi üzmek bahasına bütün gücümü harcadım.
Bir hatam oldu ise, cezadan kurtulabilirsem, ne mutlu bana" dedi.
Tekrar bir halife seçmesi istendi. "Sizi hak üzere yönetecek en doğru birini göstermek isterim" dedi ve Hz. Ali'yi işaret ederek, Rasûlullah'ın cennet ehli olarak müjdelediği sahabeyi saydı: "Ali b. Ebî Talib, Osman b. Affan, Abdürrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas, Zübeyr b. Avvam ve Talhâ b. Ubeydullah... Bunlar kendi aralarından birini seçsinler. Birini halife seçerlerse başarılı olduğu takdirde ona yardımcı olun, destek olun. Kendisine vazife verilen kimse de vazifesini hakkı ile yapsın" dedi. Sonra onları çağırdı ve kendilerine:
"Düşündüm ve sizi ümmetin ileri gelenleri, yetkili kişileri olarak buldum. Bu iş sizinle tamamlanacaktır. Rasûlullah, sizlerden razı olarak ruhunu teslim etmiştir. Siz doğru oldukça bu ümmetin durumundan endişe etmem. Fakat aranızda bir fikir ayrılığı çıkıp da bunun ümmete sıçramasından endişe ediyorum." dedikten sonra onlara seçim için üç günlük bir süre verdi. Mikdad b. Esved'e de, "Beni mezara verdikten sonra bu kişileri bir evde topla, aralarından birini seçsinler." dedi. Suheyb'e de üç gün namazı kıldırmasını emretti ve "Ali, Osman, Zübeyr, Sa'd, Abdurrahman b. Avf ve gelirse seyahatte olan Talhâ ve halifeliğe aday olmamak şartı ile Abdullah b. Ömer'i topla ve başlarında bekle, eğer beşi birini seçip, biri itiraz ederse boynunu kılıçla vur, eğer dördü biri üzerinde ittifak eder de ikisi itiraz ederse, o ikisinin kellesini uçur, eğer üçü anlaşıp, üçü itiraz etse o takdirde Abdullah b. Ömer'i hakem yapın ve onun katıldığı tarafın seçimine uyun. Fakat onun seçimine de itiraz edilirse Abdurrahman b. Avf'ın bulunduğu tarafa uyun ve artık yüz çevirirlerse diğerlerinin hepsini öldürün." dedi.
İslâm tarihi içinde devlet başkanı seçiminde cumhurî idare tarzının en üst düzeyde örneğini teşkil eden bu mesele, her vesile ile İslâm'ı cumhuriyete tersmiş gibi göstermek isteyen kötü niyetli insanlara verilecek en güzel derstir zannediyorum. Bir mânâda Hz. Ömer, devlet başkanı seçiminde tavsiye ettiği bu uygulama ile, bu düşüncenin Allah Rasûlü(sas) ve Hz. Ebû Bekir tarafından uygulanmasa da İslâm'a zıt ve ters olmadığını ortaya koymuştur. Ayrıca bu tavsiyeye itiraz etmemekle beraber, ona uyarak halife seçimi yapan sahabei kiramın güzide ferdlerini de işin içine katacak olursak, böyle bir seçim şeklinin İslâmî olmadığını söylemek İslâm'ı bilmemek ve anlamamak demektir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi Hz. Ömer'e suikast olayı ile vefatı arasında geçen halife seçim şeklinin yanında, cereyan eden biriki hadise daha var ki, onları da ehemmiyetine binaen kaydetmeden geçemeyeceğiz.
1) Hz. Ömer, oğluna borçlarının yekûnunu sorar. 'Seksen altı bin dirhem' karşılığını alınca "Eğer Ömer'in sülalesinin malları bunu karşılıyorsa, onların mallarından öde. Aksi halde Adiyy b. Ka'b oğullarından iste. Onların malları da yetmezse git, bütün Kureyş kabilesinden iste." der. Ayrıca "Mü'minlerin anası Hz. Âişe'ye git. Benden selam söyle. De ki: "Hattab oğlu Ömer, iki arkadaşının yanına defnedilmek için müsaade istiyor. Sakın ona Emirü'lMü'minin deme. Zira bugün ben artık Emirü'lMü'minîn değilim. Abdullah b. Ömer, babasının bu isteklerini yerine getirir. Hz. Âişe'nin defin yeri mevzuunda izin verdiğini söyleyince "Allah'a şükür. En büyük arzum bu idi. Bununla beraber yine de, ben öldükten sonra beni oraya götürün ve tekrar izin isteyin. İzin verirse oraya gömün, vermezse Müslümanların mezarlığına gömün." der.
2) İbni Abbas anlatıyor: "Hz. Ömer bıçaklandığında yanına gittim. O'na: "Ey Mü'minlerin Emiri! Sana müjdeler olsun, sevinmelisin! Zira Allah seninle yeni yeni şehirler kurdu, nifak ve fitneyi ortadan kaldırdı. Yine senin sayende Müslümanların rızıklarını genişletti." dedim. Bana "Ey Abbas'ın oğlu! Sen beni iyi bir yönetici olduğum için mi methediyorsun?" dedi. Ben de "Ey Mü'minlerin Emiri! Seni, bunun dışında birçok güzel işlerinle de methediyorum." dedim. Bunun üzerine "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki dünyaya nasıl gelmişsem, aynı şekilde günahım ve sevabım birbirine denk olarak gitmeyi ne kadar isterdim."
Görüldüğü gibi ölüm döşeği içinde bulunup, ruhunu Rahman'a teslim edeceği anı gözleyen ve gözetleyen bir insanın gerek kılamadığı namazı karşısındaki söylediği sözü, gerekse borçları ve definyeri mevzuundaki hassasiyeti ve gerekse cennetle müjdelenmiş olmasına rağmenahiret endişesini bütün ağırlığı ile vicdanında taşıması ve dünyaya geldiği gibi gitmeyi istemesi, bize Hz. Ömer'in ne denli bir ruh insanı, gönül insanı olduğunu gayet net bir şekilde izah ediyor.
Evet, Hz. Ömer bıçaklama olayından 3 gün sonra hicretin 23. yılında (Ekim 644) 63 yaşında olduğu halde vefat etmiştir.
Onun vefatını müteakip cevher kadrini bilen nice insan, günlerce gözyaşı dökmüş ve düşüncelerini de açık kalplilikle ifade etmişlerdir. İşte onlardan birisi; İbni Mes'ud diyor ki: "Muhakkak ki Ömer İslâm'ın korunaklı bir kalesi idi. İnsanlar o kaleden içeri giriyorlar ve çıkamıyorlardı. Fakat Ömer vefat edince, o kale dağıldı."
Evet, elhâk İbni Mes'ud'un dediği gibi Hz. Ömer bir kale idi. Vefatı ile o kale yıkıldı, fitneler sağanak sağanak yağmaya başladı. Zaten Allah Rasûlü de gaybbîn gözüyle bunu çok önceden görmüş ve ifade buyurmuşlardı.
12. Sonuç
İnsanlık tarihine altın harflerle adını yazdırmış, her fırsat ve her vesilede dost ve düşman herkese kendinden takdirle bahsettirmiş devâsâ bir kıymeti, gerçek kıymet ve değerine göre değerlendirmek oldukça zor olsa gerek. Bununla beraber onun hayatında köşe başlarını tutan, hafızalardan silinmeyip tarihte derin iz ve eserler bırakan uygulamaları ile buyüce kameti ele alıp, bazen yorum ve tahlil nev'inden, bazen de tarihî hadiselerin intikali şeklinde bir metodla onun hakkında bazı bilgiler vermeyeçalıştık. Bütün bunlarda görüldüğü üzere Hz. Ömer, Müslüman olduğu andan itibaren yeryüzünde Hakk'ın müşahhas timsali, hakikatin yorulmaz, usanmaz takipçisi ve bekçisi olmuştur.
O, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Lider" yazısında anlattığı, gerçek liderde olması gerekli tüm
vasıfları taşıyan, hatta taşımakla kalmayıp onları zirve noktalarda temsil eden ve bu suretle hem muasırlarına, hem aradan 14 asır geçmiş olmasına rağmen bize örnek olan gerçek ve hakikî bir liderdir.
Yani o, son derece ciddi, vakar veemniyet içinde, uzak görüşlülüğü ile firaset ve basiretini isbat etmiş bir konumda, devlet yönetiminde ehliyete önem veren ve adama iş değil de işe göre adam arayan bir anlayışta, hak ve hakikat karşısında kendi görüşüne rağmen anında durmasını bilen ve yaşayışıyla bunu gösteren bir çizgide, "tunç iradeli, polat sineli, çelik sadalı" bir şahsiyettir. M. Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kaleme aldığı şu satırların bütünü öyle zannediyorum ki Hz.Ömer'i yansıtıyor:
"Lider, özüyle ve zatî husûsiyetleriyle her zaman kendini hissettiren ve gönüllerde yaşamasını bilen
bir şahsiyettir. O, görünüşündeki inandırıcılığı, anlayışındaki derinliği, görüşlerindeki inceliği, ihâtasındaki genişliği, tesbitlerindeki sağlamlığı; öğrenme aşkı, öğretme istidadı ve uhdesine aldığı her şeyin üstesinden gelebilme yeteneğiyle istemediği halde dikkatleri üzerinde toplayan, sevilen,
sayılan, gözdeleşen, dolayısıyla da binlerin yüzbinlerin her zaman uğrunda ölmeye hazır oldukları bir seviye insanıdır.
Lider, yemesindeiçmesinde, oturup kalkmasında, davranış ve muamelelerinde hep dikkatli, hep temkinli ve hep emniyet telkin edicidir. Doğru düşünür, doğru konuşur, doğruluğu sever ve yalandan tiksinti duyar; sinesi vefa ile çarpar, gözleri samimiyetle açılırkapanır ve her zaman güven ve i'timât soluklar...
Lider, çevresine karşı güleryüzlü, saygılı, ciddi ve alabildiğine vakurdur. Onun yanında bulunanlar yakınlığın lâubaliliğini görmez, uzakta kalanlar da uzaklığın mahrumiyetini hissetmezler. Sorumluluğunu yüklendiği toplumun büyüklerini babası, küçüklerini evladı bilir
ve bir kuluçka hassasiyetiyle, himaye ve şefkatine sığınan herkese bağrını açar, herkesi kanatlarının altına alır ve korur... Soluklarının duyulduğu daire içindekilere şefkat ve alâkası o kadar engindir ki, ayaklar altındaki karıncalardan göklerde uçuşan kuşlara kadar canlıcansız her şey o incelikten aldığı nasiple şükran çığlıkları atar ve iki büklüm olur yerlere yüz sürer.
Lider, vazifeşinas, hasbî ve diğergâmdır.
Sorumluluklarını yerine getirme mevzuunda, ne karşısına çıkan engellerin zorlu ve aşılmaz olması ne de imkânların genişliğiyle gelen yaşama zevki, rahat ve rehavet onu yolundan döndüremez ve ona mükellefiyetlerini unutturamaz. Üzerine aldığı mes'uliyetleri peygamberâne bir himmetle yerine getirir; hep yürekten ve cansiperane davranır; sonra da yapıp ortaya koyduğu hizmetler karşılığında herhangi bir ücret ve mükâfat beklemeden çeker yoluna gider.
Lider, üstün idraki, cesaret ve kararlılığı, sabır ve metanetiyle her zaman çevresinin tek dayanağı ve ümit kaynağıdır. Süratli kararla isabet, dikkat u temkinle cesaret, sabr u tahammülle atılganlık gibi zıtlıklar, onun sihirli dünyasında birleşir, bütünleşir ve birbirinin tamamlayıcısı olurlar. Fetanetin aydınlatıcı tayfları altında yarınlar ve yarınlara ait hadiseler, bugünkü vak'alar sırasına girer berraklaşır, cesaret ve kararlılığı sayesinde, aşılmaz gibi görülen tepeler aşılır ve bütünüyle yollar düzlüğe erer; tahammül ve metaneti karşısında "olmazlar" olur hâle gelir, muhaller ve imkânsızlıklar tozduman olur gider.
Lider, bir ahlâk ve fazilet kahramanıdır.
O, merhamet ve yumuşak huyluluğuyla bütün canlıların çarpan yüreği, atan nabzı; cesaret ve yiğitliğiyle, millet ve ülkesinin yılmaz ve sarsılmaz muhafızı; his ve gönül dünyasıyla zayıfların en metin sığınağı; tevazu ve mahviyetiyle kapı kapı kovulmuşların biricik teselli kaynağı; müsamaha ve af atmosferiyle sendeleyip düşenlerin ve sürçüp sürçüp günahlara girenlerin ümit çerağıdır.
Lider, adaletli olduğu zaman merhametli, merhametle coştuğu zaman da istikametlidir. İnsan ve insanca düşünceleri
şefkatle kucaklarken, yılan ve çıyan deliklerini tıkamayı da ihmal etmez; onun dünyasında ne zalimlerin toyudüğünü ne de mazlumların âh u efganı hiç mi hiç işitilmez. O, elindeki keskin kılıcın bir yüzüyle kobraların başlarını alırken,diğer yüzüyle de bülbüllere yuva örme sanatını öğretir.
Lider, Ağrı dağı kadar mehabetli, Lût gölü kadar da haşyeti vicdanında duyabilen gariplikler halitası bir ruh yapısına sahiptir. Ona sırf mehabet noktasından bakanlar, aşılmaz bir zirve karşısında bulunduklarını hisseder, hayret ve hayranlıkla ürperirler; onu, ötelere irtibatı, ihlas ve samimiyetiyle tanıma fırsatını bulanlar ise ruhanîlerden biriyle diz dize olduklarını sanır ve kendilerinden geçerler.
Evet, Hz. Ömer'e ait söyleyeceklerimizi İstiklal Marşı şairimiz M. Akif'in "Kocakarı ile Ömer" başlıklı şiirinde dile getirdiği ona ait bir hakikati, yine Akif'in ölümsüz mısralarından vererek noktalıyoruz.*
(*Kocakarı torunları ile birlikte günlerdir açtır. Çocuklar "açız" diye ağlamakta, nineleri onları içinde çakıl taşı kaynayan ocaktaki tencere ile şimdi pişecek diyerek avutmaktadır. Bu manzaraya devriye gezerken İbni Abbas ile beraber şahid olan Hz. Ömer, nineden beddualar işitmiş, 'Madem bizim halimizi görmez, aramaz, bilmez niye halife oldu?' sözleri ile karşılaşmıştır. Bunun üzerine İbni Abbas'la beraber erzak deposuna gider.)
"Halife önde, bitik, suçlu, kırılmış, pişman;
Ben arkasında, perişan, çadırdan ayrıldık.
Sabaha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder gibi saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medine'nin dalarak eğri büğrü sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik yiyecek ambarına.
Halife girdi açıp, ben de girdim emriyle,
Arandı her yeri, bir mum yakıp aceleyle.
Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval halifede, yağ bende, çıktık ambardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesafe, baktım, uzun; yük yaman, Ömer yaralı;
Dedim ki: Ben götüreydim.. Verir misin çuvalı?
Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebali kendine aittir İbni Hattab'ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın Allah'ın huzurunda, kimseler, Ömer'in
Zararına ortak olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, halifeliği yüklenmeyeydi vaktiyle.
Dicle kenarında bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de Allah'ın adaleti sorar Ömer'den onu!
Bir ihtiyar kadın kimsesiz kalır, Ömer sorumlu!
Yetim acıların gözyaşında boğulur, Ömer sorumlu!
Yoksulların yuvaları ilgisizlikten yıkılsa:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse
Yeryüzünde zulümle bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdap olur boğar Ömer'i
Kırılan, beddua eden her kalpte Ömer'in adı duyulmakta;
Mateme bürünmüş her yerden Ömer kovulmakta!
Ömer halife iken başka kim sorumlu tutulur?
Ömer ne yapsın, Allah'ım, insan çok zalim ve cahildir!
Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den...
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu yükü sırtına sen?
Kaynak: Ahmet Kurucan, Yeni Ümit Dergisi Yıl : 8 Sayı: 30 Ekim-Kasım-Aralık 1995
|